ALLAH KORKUSU
Ey iman edenler,
Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan
korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Haşr Suresi, 18)
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
OKUYUCUYA
•Bu kitapta ve
diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının
nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır.
Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır
pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli
bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
•Belirtilmesi
gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm
kitaplarında imani konular Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın
ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru
işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
•Bu anlatım
sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe
herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve
anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
•Bu kitap ve
yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi,
karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade
etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili
kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı
olacaktır.
•Bunun yanında,
sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına
katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında
ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak
isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da
okunmasının teşvik edilmesidir.
•Kitapların
arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli
sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz
özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı
vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
•Bu eserlerde,
diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara
dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen
üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
YAZAR ve ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya
müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk,
orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi
konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın
eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir
külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear
ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına
hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün
kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu
mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son
kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını
remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve
Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce
sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen
itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi
hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü,
bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Yüce Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular
üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve
sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun
Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya,
Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya,
Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde
beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca,
Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca,
Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi
(Maldivlerde kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört
bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman
etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları
okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve
samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler
süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik
özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen
insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve
felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan
sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu
özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır.
Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca
Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında
ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz
önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli
eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa
meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve
keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise,
emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade,
yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde
edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın
eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu,
bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel
kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki,
dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin
temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli
hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21.
yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve
adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci Baskı: Ağustos 1999 / İkinci Baskı:
Ağustos 2000 / Üçüncü Baskı: Eylül 2001
Dördüncü Baskı: Ağustos 2005 / Beşinci Baskı: Ekim 2005 / Altıncı Baskı: Mart 2006
Yedinci Baskı: Haziran 2006 / Sekizinci Baskı: Haziran 2007 /Dokuzuncu Baskı: Mart 2008
Onuncu Baskı: Kasım 2008 / Onbirinci Baskı:Aralık 2009 / Onikinci Baskı: Nisan 2011
Onüçüncü Baskı: Mart 2014
Dördüncü Baskı: Ağustos 2005 / Beşinci Baskı: Ekim 2005 / Altıncı Baskı: Mart 2006
Yedinci Baskı: Haziran 2006 / Sekizinci Baskı: Haziran 2007 /Dokuzuncu Baskı: Mart 2008
Onuncu Baskı: Kasım 2008 / Onbirinci Baskı:Aralık 2009 / Onikinci Baskı: Nisan 2011
Onüçüncü Baskı: Mart 2014
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı Mah. Değirmen Sok. No: 3
Ataşehir / İstanbul - Tel:
(0 216) 660 00 59
Baskı: Express Basımevi
Deposite İş Merkezi A6 Blok No: 309
İkitelli OSB Küçükçekmece - İstanbul
Tel: (0 212) 671 61 51
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
www.harunyahya.TV - www.a9.com.tr
www.harunyahya.TV - www.a9.com.tr
İÇİNDEKİLER
YARATILIŞ GERÇEĞİ............................................................................. 10
GİRİŞ......................................................................................................... 33
ALLAH KURAN'DA
KENDİSİ'NDEN
KORKMAYI EMREDİYOR...................................................................... 35
KORKMAYI EMREDİYOR...................................................................... 35
KURAN'DA TARİF
EDİLEN ALLAH KORKUSU.................................. 40
MÜMİNLER ALLAH'TAN
NİÇİN KORKARLAR?................................. 47
ALLAH'TAN KORKAN
BİR İNSAN
NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?........................................................... 64
NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?........................................................... 64
ALLAH KORKUSUNUN
MÜMİNLERE
KAZANDIRDIĞI ÖZELLİKLER............................................................... 70
KAZANDIRDIĞI ÖZELLİKLER............................................................... 70
ALLAH'TAN
KORKANLARIN
GÖRECEKLERİ GÜZEL KARŞILIK........................................................ 75
GÖRECEKLERİ GÜZEL KARŞILIK........................................................ 75
ALLAH KORKUSUNDAKİ
EKSİKLİĞİN NEDENLERİ......................... 83
ALLAH'TAN KORKMAYAN
İNSAN
NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?........................................................... 98
NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?........................................................... 98
ALLAH'TAN
KORKMAYANLARIN
GÖRDÜKLERİ KARŞILIK..................................................................... 112
GÖRDÜKLERİ KARŞILIK..................................................................... 112
SONSÖZ.................................................................................................. 119
DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ..................................................................... 121
YARATILIŞ GERÇEĞİ
O, gökleri dayanak
olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır
diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz
gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik.
(Lokman Suresi, 10)
Pek çok böcek
çiçeklerden polen taşır ama hiçbiri arılar kadar verimli sonuç alamaz. Bunun en
önemli nedeni arıların polen toplamaya son derece elverişli olan vücut
yapılarıdır. Polen toplama işi yoğun bir çalışma gerektirir, çünkü arının uzun
süre çalışıp toplayarak kovana taşıdığı polen paketi ancak bir çifttir. Oysa
tek bir petek gözünün polenle dolması için ortalama 20 çift polen paketine
gereksinim vardır. Bu da arıların hiç durmadan hareket halinde olması demektir.
www.harunyahya.net
"... Biz gökten
tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve
yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için."
(Furkan Suresi, 48-49)
www.yasananahirzaman.com
Bütün bitkiler
gerekli olan maddeleri topraktan alabilecekleri bir dağıtım şebekesiyle
donatılmışlardır. Bu şebeke topraktan temin edilen mineralleri ve suyu, gerekli
miktarlarda olacak şekilde ihtiyaç duyulan merkezlere en kısa zamanda iletir.
Taşıma işleminin yapılacağı bitkinin büyüklüğü ne olursa olsun, taşıma
sistemini oluşturan borular yaklaşık olarak 0.25 mm (meşede)-0.006 mm.
(ıhlamurda) genişliğe sahiptir.
"Şimdi siz,
içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş
olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi,
68-70)
Yaratan, hiç yaratmayan
gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
www.guzelelestiriler.com
Allah, herşeyin
Yaratıcısı'dır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)
www.harunyahyakulliyati.com
Sizleri Biz
yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte
olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz
miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
www.hucredekidetay.com
"Gerçek şu ki,
insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan
bir süre gelip-geçti. Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan
yarattık..." (İnsan Suresi, 1-2)
www.kadernedir.com
50 milyon yıllık
bu kızılağaç yaprağı, canlıların milyonlarca yıldır değişmeden kaldıklarını
gösteren milyonlarca örnekten bir tanesidir. Evrimcilerin ara tür olarak iddia
ettikleri bir düzine kadar fosil aslında hiçbir şekilde ara fosil özelliği
göstermeyen farklı türde kompleks canlılara aittir. Bunların bir kısmının da
sahtekarlık örnekleri olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır. Fosiller yaratılışı
ispat etmektedirler.
Günümüzde yaşamakta olan kızılağaç yaprağı (yanda)
54 - 37 milyon
yıllık kızılağaç yaprağı fosili (altta)
Örümceklerin hep
örümcek, arıların hep arı, vatozların hep vatoz olması gibi tavşanlar da hep
tavşan olarak var olmuşlardır. Evrimin geçersizliğini gösteren sayısız fosil
bulgusu karşısında, Darwinistlere düşen yenilgiyi kabul etmektir. Resimdeki 33
milyon yıllık tavşan fosili de, Darwinistlerin yenilgisini bir kez daha
vurgulamakta, tüm canlıları Rabbimiz olan Allah'ın yarattığı
gerçeğini göstermektedir.
33 milyon yıllık
tavşan kafatası fosili
Yılan, timsah,
dinozor ya da kertenkele gibi çok farklı sürüngen sınıflamaları arasında
aşılmaz sınırlar vardır. Evrimciler, bu farklı gruplar arasında, yapılarına
bakarak kendilerince evrimsel süreçler hayal ederler. Ama bu varsayımların
fosil kayıtlarında bir karşılığı yoktur. Öte yandan her bir sürüngen türünün
kendine has özelliklerle bir anda var olduklarının ve var oldukları müddetçe
hiçbir değişikliğe uğramadıklarının sayısız fosil delili bulunmaktadır. Bu
delillerden biri de resimde görülen 50 milyon yıllık yılan fosilidir.
50 milyon yıllık
yılan fosili (üstte)
(Yanda)
Milyonlarca yıl önceki haliyle tıpatıp aynı olan günümüz yılanı görülmektedir.
Mürekkep
balıklarının tarih boyunca hep mürekkep balığı olarak var olduklarının ispatı
olan resimdeki 95 milyon yıllık fosil, evrimcilerin iddialarına meydan
okumaktadır. Mürekkep balıklarının evrim geçirdiğine dair en küçük bir delil
dahi öne süremeyen evrimciler, fosil kayıtları karşısında büyük perişanlık
içindedirler.
www.kafatasifosilleri.com
En üstte Lübnan’da
bulunmuş 95 milyon yıllık mürekkep balığı fosili görülüyor. Hemen altında da
günümüzde yaşayan ve 95 milyon yıl önceki ile aynı özelliklerde olan bir
mürekkep balığı.
Deniz yıldızları
genellikle deniz dibinde yaşarlar, 7000 metre derinliğinde yaşayan türleri
bulunmaktadır. Yaklaşık yarım milyar yıldır hiç değişmeden soylarını devam
ettiren bu canlılar karşısında evrimciler çaresizlik içindedir. Çünkü söz
konusu canlılar on milyon değil, yüz milyon değil, iki yüz milyon değil,
yaklaşık beş yüz milyon yıldır aynıdırlar.
www.darwinizmvefosiller.com
Dönem: Paleozoik
zaman, Ordovisyen dönemi
Yaş: 490-443
milyon yıl
Bölge: Fas
(Solda) Günümüzde
yaşayan deniz yıldızı örneği
Darwinistlerin
kaplumbağanın kabuklu yapısına, dokularına bir açıklama getirebilmeleri
gerekmektedir. Tüm bunların hayali evrimsel süreçte nasıl tesadüfen geliştiğini
gösterebilmeli ve buna dair deliller ortaya koyabilmelidirler. Darwinistlerin
karşılaştıkları şey, daima -resimde görülen 37 - 23 milyon yıllık kaplumbağa
fosili örneğinde olduğu gibi- yaşayan fosiller olacaktır.
www.mutasyonlar.com
37-23 milyon
yıllık kaplumbağa fosili (üstte)
Solda ise
günümüzde yaşayan bir kaplumbağa görülüyor.
Bu kurbağa
cinsinin bir kısmı arka ayaklarıyla toprağı kazarak toprak içerisinde, bir
kısmı da sulu ortamlarda yaşar. Darwinistler amfibiyenlerin sözde atasının
balıklar olduğunu iddia ederler. Ancak bu iddialarını delillendirebilecek
hiçbir bulguları yoktur. Tam tersine bilimsel bulgular, iki tür arasında çok
büyük anatomik farklılıklar olduğunu ve birinin diğerinden türemiş olmasının
imkansız olduğunu göstermektedir. Bu bilimsel bulgulardan biri de fosil
kayıtlarıdır.
(Yukarıda) 50
milyon yıllık kurbağa fosili.
(Sağda)
Milyonlarca yıl önce de yaşamış
kurbağaların günümüze hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş örneği görülmektedir.
Genellikle
tropik bölgelerde yaşayan timsahların bilinen en eski örnekleri bundan yaklaşık
200 milyon yıl önce yaşamıştır. Timsahların yüz milyonlarca yıl boyunca
değişmediğini kanıtlayan fosil bulguları aynı zamanda evrimi çürütmekte ve tüm
canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini göstermektedir.
www.darwinisttelkinler.com
54-37 milyon
yıllık timsah kafası fosili
Fosil kayıtları
evrim teorisine en büyük darbeyi indiren bulgulardan biridir, çünkü;
1. Evrimciler
canlıların sürekli küçük değişiklikler geçirerek ilkelden gelişmişe doğru
ilerlediğini iddia ederler. Fosil bulguları ise canlıların yüz milyonlarca yıl
boyunca en ufak bir değişime dahi uğramadığını ispatlamıştır.
2. Evrimciler
tüm canlıların hayali bir ortak atadan türediklerini öne sürerler. Bugüne kadar
canlı türlerinin atası olarak kabul edilebilecek tek bir tane dahi fosil
örneğine rastlanmamıştır.
3. Evrimciler,
canlıların birbirlerinden türediklerini ve bunu gösteren ara geçiş formları
olduğunu söylerler. 150 yıldır yapılan araştırmalar sonucunda bir tane bile ara
canlılara ait fosil bulunmamıştır.
www.inkaredenevrimciler.com
www.bocekfosilleri.com
Yanda: Lübnan’da
bulunmuş 95 milyon yıllık zargana fosili.
Altta: Günümüzde
yaşayan bir zargana.
Belonidae
familyasına dahil olan zarganalar, ince uzun bir yapıya sahiptir. Sıçrayarak su
yüzeyine çıkabilir ve kuyrukları üzerinde yeniden suya dönebilirler. Bunu,
düşmanlarından kaçma yöntemi olarak kullanırlar.
Üstte 208-146
milyon yıllık bir karides fosili görülüyor. Almanya’da bulunan bu fosilin yanda
görülen günümüz karidesi ile arasında hiçbir fark yoktur.
Darwinistlerin
bilim dışı iddialarına göre sürüngenler yalnızca kuşların değil, aynı zamanda
memelilerin de atasıdır. Ancak bu iki canlı sınıflaması arasında çok büyük
farklar vardır. Acaba nasıl olmuştur da, bir sürüngen, vücut ısısı üretmeye
başlamış, bu ısıyı kontrol edecek bir terleme mekanizması oluşturmuş, pullarını
tüylerle değiştirmiştir? Evrimciler bu sorulara doyurucu tek bir bilimsel cevap
verememişlerdir. Ayrıca tek bir ara form fosilinin dahi bulunamamış olması da
bunun bir delilidir.
23-5 milyon yıllık
sırtlan kafası fosili
Günümüz
sırtlanı (aşağıda)
Scelionid yabanarıları genelde dökülmüş yapraklar altında
yaşarlar. Bu arıların çok fazla böcek türüne, özellikle bunların yumurtalarına
zarar verdikleri bilinmektedir. Resimdeki Scelionid
arısı uçarken fosilleşmiştir. Günümüzdeki örneklerinden hiçbir farkı yoktur. 25
milyon yıllık Scelinoid yaban arısı
amberi, diğer tüm canlılar gibi, yaban arılarının da evrimleşmediğini, bir anda
mükemmel özelliklere sahip olarak yaratıldıklarını göstermektedir.
www.bocekfosilleri.com
25 milyon yıllık
yaban arısı fosili
Dönem: Oligosen
Yaş: 25 milyon
yıllık
Bölge: Santiago,
Dominik Cumhuriyeti
GİRİŞ
Şu anda içinde
bulunduğunuz odada yalnız değilsiniz. Zaten kendinizi en yalnız sandığınız
zamanlarda bile siz hiçbir zaman yalnız olmadınız. Allah'ın görevlendirdiği
yazıcı melekler sürekli sizi izliyorlar. Ağzınızdan bir kelime çıkmasın, hemen
yazıyorlar. Her adımınızı, her düşüncenizi, her yaptığınızı, yapmanız gerekip
de ertelediğinizi, hepsini eksiksiz kaydediyorlar. Küçük büyük hiçbir şeyi
ayırt etmiyorlar. Siz uyuyorsunuz, onlar yine yanınızdalar. Unutmaları ya da
yanılmaları mümkün değil, emrolundukları şeyi kusursuzca yapıyorlar.
Öte yandan size vekil
kılınan ölüm melekleri de bekliyorlar. Neyi mi? Size verilmiş olan sürenin
dolmasını. Sizin için tayin edilen ecel geldiğinde canınızı onlar teslim
alacaklar.
Bu arada hiç hesaba
katmadığınız, hatta belki de aklınızdan bile geçirmediğiniz gizli şahitleriniz
de var: Elleriniz, deriniz, işitme ve görme duyularınız. Hesap günü gelip de tüm
şahitler biraraya toplandığında Allah'ın dilemesiyle onlar da konuşacaklar.
Eğer Allah'tan korkup sakınanlardan değilseniz sizin aleyhinize şahitlik
edecekler. Kısacası büyük bir olağanüstülük söz konusu ama tüm bunlar büyük bir
sessizlik içinde devam edip gidiyor. İşte dünyadayken sizi bir an olsun yalnız
bırakmayan bu gibi şahitlerin hepsi, hesap günü sizin için şahitlik yapmak
üzere biraraya gelecekler. İnsan Allah'a kul olsun diye yaratılmıştır ve
denenmektedir. Çok değil, ortalama 60 sene gibi bir süre dünyada kalacak ve
sonra Allah'ın huzurunda hayatının her anından hesaba çekilecektir. Herkesin
kendi kazandıklarını öğrenmesinin yani şahitlerin dinlenmesinin ve kitabının
eline verilmesinin ardından, sonsuz hayatı için Allah hüküm verecektir. Eğer kitabı
sağ yanından verilirse, artık o kişi ebediyen kurtulmuştur. Ama kitabı sol
yanından verilenlerden ise o zaman şöyle diyecektir:
"... Bana keşke kitabım
verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip
bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup
gitti." (Hakka Suresi, 25-29)
Artık bundan sonra
tutuklanıp yüzüstü sürüklenerek bir daha hiç çıkmamak üzere cehenneme
götürülecektir.
İnsanın bu kötü sona
düşmesinin ardındaki sebep, yaptıklarının her an kaydedildiğini, bunların bir
gün kendisine bildirileceğini ve hesap vereceğini ummadığı için, Allah'tan ve
O'nun tehdidinden korkup sakınmadan yaşamını tüketmesidir. Bu insan, ahirete,
hesap gününe ve cehennem gibi dehşet verici bir ebedi ceza yerine kesin bir biçimde
iman etmediği için, yaptığı kötü işlerden ötürü korkup sakınmaz ve Allah'ın
sınırlarını çiğnemekte bir sakınca görmez. İşte Allah korkusu, bir insan için
hem imanının çok keskin bir göstergesi hem de onun ebedi hayatını belirleyecek
çok önemli bir özelliktir. İnsan, ancak ve ancak Allah'tan korkup sakınırsa
kurtulacaktır.Hesap günü yaşanacak olayları düşünüp de korkuya kapılmamak ise
mümkün değildir. Fakat bu korku yalnızca iman edenlere özgü bir korkudur. Çünkü
Allah'ın pek çok ayetinde tarif ettiği imtihan ortamının, yazıcıların,
şahitlerin ve herkesin biraraya getirilip toplanacağı hesap gününün kesin birer
gerçek olduğuna ancak müminler kayıtsız şartsız inanırlar ve kötü bir sonla
karşılaşmaktan korkarlar.
Sizin de yaptığınız
herşey, anbean kayda geçiyor; bunları okuduğunuz an da buna dahil. Hızla
Allah'a hesap vereceğiniz güne doğru yaklaşıyorsunuz. Gelin siz de Allah'tan
korkun ve Allah'ın hoşnutluğunu kazananlardan olun:
... Azık edinin, şüphesiz
azığın en hayırlısı takva (Allah korkusu) dır. Ey temiz akıl sahipleri, Benden
korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)
ALLAH KURAN'DA
KENDİSİ'NDEN KORKMAYI EMREDİYOR
Herşeyden önce iyi
bilinmelidir ki, Allah korkusu birtakım cahil insanların sandıkları gibi,
yalnızca peygamberlere ya da evliyalara has özel bir üstünlük değil, tüm iman
edenlerin kalplerinde taşıdıkları ve diğer tüm insanların da taşımaları gereken
bir duygudur. Çünkü Allah Kuran'da Kendisi'nden korkulmasını emretmiştir:
Ey iman edenler, Allah'tan
korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç
şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Haşr Suresi, 18)
Allah korkusu bazı
kimselerin düşündüğü gibi bir korku da değildir. Allah korkusu, Allah'ı çok
seven, O'na gönülden teslim olmuş, Allah'tan başka dost ve vekil edinmeyen
müminlerin, Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içinde olmaktan, Allah'ın hoşnut
olmayacağı bir ahlak üzerinde olmaktan şiddetle sakınması, vargücüyle Allah'ın
rahmetini ve hoşnutluğunu istemesi ve bunun için gayret etmesidir. Tüm
insanları Allah yaratmıştır ve onları kendilerini bilip tanıdıklarından daha
iyi bilip tanır. Herkesin kalplerinde gizli olanı, gizlinin de gizlisini bilir.
Nefsinin insana ne tür vesveseler verdiğinden, ne tür oyunlar oynayacağından da
çok iyi haberdardır. Çünkü nefsi yaratan, ona -imtihan için- sınır tanımaz
kötülüğünü ve bundan sakınmayı ilham eden Allah'tır. Şeytanı da imtihan
ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda birtakım
özellikler vermiştir.
Allah korkusu ise bu
imtihan ortamında müminin en büyük dayanağı olacaktır. Çünkü Allah korkusu
kişiyi her an Allah'ın istediği gibi davranmaya, O'nu hoşnut etmeye çalışmaya,
şeytanın ve nefsinin isteklerinden sakınmaya, onların hile ve oyunlarına karşı
uyanık ve tedbirli olmaya sevk edecektir. Bu da, insana kendi sınır tanımaz
isteklerini uygulatmaya çalışan nefsin ve şeytanın hiç işine gelmeyen bir
durumdur.
Bu sebeple şeytan ve
nefsi, insanı en başta Allah korkusundan uzaklaştırmaya çalışır. Allah'tan
korkmanın gereksiz, hatta yanlış olduğu, asıl önemli olanın Allah sevgisi ve
kalp temizliği olduğu gibi batıl telkinlerle onun Allah'tan korkup sakınmasını
engellemek ister. Oysa Kuran'ı okuyan şuurlu bir insan, şeytanın bu tür
telkinlerinin hiçbir gerçekliği olmadığını, tamamen saptırma ve aldatma amacı
taşıdığını rahatlıkla görür. Zira Allah, müminlere Kendisi'nden korkmalarını
Kuran'da son derece açık bir biçimde emretmiştir. Bu ayetlerden birkaç örnek
şöyledir :
... Allah'tan korkun ve
bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır. (Bakara Suresi, 196)
... Allah'tan korkup-sakının
ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız. (Bakara Suresi,
203)
... Allah'tan korkup-sakının
ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 231)
... Allah'tan korkup-sakının
ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)
Ey iman edenler, Allah'tan
korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cehd
edin (çaba harcayın), umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi, 35)
Mümin her konuda olduğu
gibi Allah'ın bu emrini de kayıtsız şartsız yerine getirmeye çalışır. Kuran'dan
habersiz cahil kimseler gibi, Allah'tan korkmanın gerekip gerekmediği, Allah
korkusunun mu yoksa Allah sevgisinin mi önemli olduğu, Allah'ı seven bir
kimsenin neden Allah'tan korkması gerekeceği gibi, şeytani kuruntu ve
vesveselere kapılmaz. Allah'tan korkmanın, tıpkı 5 vakit namaz kılmak, oruç tutmak gibi
"farz kılınmış" bir ibadet olduğunu bilir ve bu ibadeti en güzel
biçimde yerine getirmeye çalışır. Bununla birlikte, Allah Kuran'da insanın
neden Kendisi'nden korkması gerektiğinin hikmetlerini de ayrıntılı olarak
açıklamıştır.
Peygamber Efendimiz
(sav) de bir hadislerinde Allah korkusuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
Rabbim bana dokuz
şey emretti: Gizli halde de aleni halde de Allah'tan korkmamı, öfke ve rıza
halinde de adaletli söz söylememi, fakirlikte de zenginlikte de iktisat
yapmamı, benden kopana da sıla-ı rahim (dostluk) yapmamı, beni mahrum edene de
vermemi, bana zulmedeni affetmemi, susma halimin tefekkür olmasını, konuşma
halimin zikir olmasını, bakışımın ibret olmasını, marufu (doğru ve güzel olanI)
emretmemi. (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan,
16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 317)
ALLAH KORKUSU NASIL
OLMALIDIR?
ADNAN OKTAR'IN EKİN
TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 2 Mart 2009
ADNAN OKTAR: Allah’tan korkmak demek, deli aşığın korkusu yani
Allah’ı gücendirmekten çekinmek, Allah’ın rızasından mahrum kalmaktan korkmak.
Aşık sevdiğini gücendirmekten çekinir, onun sevgisinin yok olmasından çekinir,
budur Allah korkusu. Mesela cehenneme gider, ateşte yanar, tamam ama asıl onu
rahatsız eden Allah aşkını ifade edememesidir Allah’a. Yani aşığın ihtiyacını
Allah aşığa böyle bildiriyor.
Allah’tan korkarsa
insan Allah’ın emirlerine çok titiz oluyor, O’nu çok seviyor, saygılı oluyor. Mesela egoist olmuyor, bencil olmuyor, şefkatli
oluyor, koruyucu oluyor, nefsine düşkün olmuyor, çıkarlarının peşinde olmaz,
affedici olur, Allah’tan korkup affedici oluyor. Mesela af, sevgiyi devam
ettiren bir güçtür. Mesela merhamet, sevgiyi devam ettiren bir güçtür. Mesela
koruyup kollarsın, yemesine içmesine dikkat edersin, sporuna dikkat edersin
sevdiğinin Allah rızası için. Bu işte o Allah aşkının bir tecellisi olur. Yoksa
Allah’tan korkmazsa şahıs egoist, bencil olur, sırf kendini düşünür,
affetmez, çıkarları çatışdığında sert davranabilir. Mesela kuşkucudur,
fedakar değildir, cömert olmaz, gerektiğinde Allah için canını ortaya koyamaz.
Birçok olumsuz negatif fiil üzerine yığılmış olur. Ama Allah korkusunda her türlü
güzellik üzerine gelir yani sevgiyi sağlayan, güzelliği sağlayan her türlü
güzellik Allah korkusunun üstüne tam anlamıyla oturmuş olur.
ADNAN OKTAR'IN ÇAY TV'DEKİ
CANLI RÖPORTAJI, 18 Mart 2009
ADNAN OKTAR: Samimi
Müslüman Allah’tan korkar, Allah’a karşı nezakette kusur etmez. Son derece saygılı bir üslupla konuşur. Biz her
an ölebilecek, Allah’ın tecellisi olan varlıklarız ve şu kadarcık yerde Allah
bizi konuşturuyor ve bize görüntü göstertiyor… Eğer insan çok imanlısıysa,
Allah’tan çok korkarsa o sevinçten uyku da gelmez insana. Yani içi içine
sığmaz, cennet sevinci, İslam ahlakının dünyaya hakimi olacağı sevinci, veli
insanların sözlerinin doğru çıktığını görme sevinci, güzel ahlakın sevinci,
sevinçler o kadar çok ki, Allah’ın verdiği nimetler sevinci. Ama hepsinin
üstünde Allah’ın varlığının sevinci vardır, yani sonsuz bir gücün
kontrolündeyiz. Ne büyük nimet elhamdülillah. Bunun sevinçlerini yaşasınlar,
tabi bunun sonucu olarak insan da bir dirilik ve canlılık olur, ama hedef bu
olmaz. Biz böyle bir güzelliği yaptığımız için Allah bunu nimet olarak verir
inşaAllah.
KURAN'DA TARİF EDİLEN ALLAH
KORKUSU
Ey iman edenler, Allah'tan nasıl
korkup-sakınmak gerekiyorsa
öylece korkup-sakının ve siz, ancak
Müslüman olmaktan başka (bir din ve
tutum üzerinde) ölmeyin.
(Al-i İmran Suresi, 102)
korkup-sakınmak gerekiyorsa
öylece korkup-sakının ve siz, ancak
Müslüman olmaktan başka (bir din ve
tutum üzerinde) ölmeyin.
(Al-i İmran Suresi, 102)
Ayette belirtilen "Allah'tan
nasıl korkup sakınmak gerektiği" Kuran'da son derece açık ve ayrıntılı
bir biçimde tarif edilmiş bir konudur. Korkunun ne şekilde, nasıl bir ruh
halinde ve ne şiddette olması gerektiği de Allah'ın ayetlerinde bir bir
anlatılmıştır. Zaten Kuran'ın indiriliş amaçlarının en önemlilerinden biri de
budur:
İşte bu (Kur'an) uyarılıp
korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve
temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir
belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)
Şimdi Allah korkusunun
nasıl olması gerektiğini yine Kuran ayetlerinden görelim.
ALLAH KORKUSU NASIL
ARTTIRILIR?
ADNAN OKTAR’IN DENGE TV
RÖPORTAJI, 9 Aralık 2009
ADNAN OKTAR: ... Allah korkusu durduk yere gelişmez, bunun
sebepleri vardır, mesela cömert olmak, fakirlere yardım etmek, bu Allah
korkusunu arttıran bir şeydir. Fakirlerin borcunu ertelemek veyahut tamamen
silmek, Kuran’da bu belirtilen bir ahlak özelliğidir yani borcu tamamen
affetmek. Eğer bunlar yapılırsa, iman hakikatlerine ağırlık verilirse, Kuran
okunursa, Kuran’ın derinlikleri iyi kavranırsa, tevekkül de insanlarda
gelişecektir. Tevekkül bereket getirir, rahatlık getirir, mesela ağaçlar
tevekkül eder, Allah onlara olduğu yerde yiyeceklerini verir. Ama mesela
kurtlar, tilkiler tevekkülsüzdür, hep aç gezerler dikkat ederseniz dağlarda,
yani günlerce aç gezdikleri olur hırslı oldukları için. İnsana tevekkülsüzlük
yakışmaz, Allah’a tam teslim olup rızkının Allah’tan olduğunu bilerek bu
paniği, bu tedirginliği tamamen içlerinden atmaları gerekir.
ADNAN OKTAR'IN ÇAY TV'DEKİ
CANLI RÖPORTAJI, 19 Ocak 2009
ADNAN OKTAR: Tefekkür insanın düşünmeye karar verdiğinde yine
Cenabı Allah’ın verdiği o büyük nimeti kullanacak, samimiyetini ve vicdanını
kullanacak. Samimi olarak düşünüldüğünde, mesela bir hücrenin yapısı veyahut
bir sivrisineğin hayatı, yaşantısı, akılcı düşünüldüğünde nefes kesecek
gibidir, çok heyecan verecek bir yapı ortaya çıkar. Hücreyi incelediğimizde
yine öyle nefesimiz kesilir. Adeta bir şehir gibidir insan hücresi. İstanbul
şehrini andırır. Öyle bir yapılanması vardır. Biz bundan hayretlere düşeriz.
Hayrete düşünce Allah’a sevgimiz daha artar. Allah’tan korkumuz daha artar.
Allah’tan korkumuz artınca da Allah’ın gösterdiği yola, yani İslam’a
titizliğimiz daha da artar. Ve mükemmel ahlaklı oluruz.
Gücünün Yettiği Kadar
Allah'tan Korkmak
Öyleyse güç yetirebildiğiniz
kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin... (Tegabün Suresi, 16)
Allah Kuran'da insanlara
sonsuz kudretini, makamının yüceliğini ve üstünlüğünü, Kendisi'ne karşı
gelenler için hazırladığı azabın şiddetini ve büyüklüğünü detaylı olarak
anlatmıştır. Artık bundan sonra kişiye düşen bu gerçekleri samimi olarak ve
derin derin tefekkür etmesi, niyetinde ve yaptığı işlerde hep bu gerçeklerin
bilincinde bir tavır göstermesidir. Bunu da ayette belirtildiği gibi gücünün
yettiği derecede yapmaya çalışmalıdır. Yani gücünün yettiğince Allah'ın
büyüklüğünü takdir etmeli, gücü yettiğince Rabbimiz’in tehdit ettiği azabın
-cehennem azabının- büyüklüğünü, boyutlarını ve sonsuzluğunu tefekkür
etmelidir. Bunun sonucunda kalbinde doğal olarak Allah korkusu oluşacaktır.
Böylece mümin Kuran'da emredilen ibadetleri yapmamaktan, haram kılınan şeyleri
ise yapmaktan gücü yettiğince korkup sakınacaktır. Zira korkup sakınacağı
şeyler de Kuran'da kendisine detaylı olarak bildirilmiştir:
Böylece Biz onu, Arapça bir
Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık;
umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur.
(Taha Suresi, 113)
Burada belirtilmesi
gereken çok önemli bir nokta daha vardır: Allah korkusu elde edilmesi zor olan,
birtakım aşamalardan geçerek kazanılacak bir his değildir. Aksine şuuru açık,
düşünen her insanın aksi mümkün olmayacak şekilde derinden hissettiği bir
duygudur. Bir insanın gerçek Allah korkusunu elde edebilmesi için tek bir
samimi tefekkürü bile yeterli olabilir. Kişi yalnızca bir an ölümü, ölümden
sonra karşılaşacaklarını düşünüp, Allah'a karşı saygı dolu bir korku
hissedebilir. Bu, tamamen insanın düşünmesine ve aklını kullanmasına bağlıdır.
İçi Saygı ile Titreyerek
Korkmak
Allah diğer dünyevi
korkularla karıştırılmaması için, Kuran'da Kendisi'nden korkan bir müminin
hislerini ve ruh halini de tarif etmiştir. Müminin Allah korkusu başka hiçbir
korkuya benzemeyen, son derece içli ve saygı dolu bir korkudur. Bu korku diğer
korkular gibi insana sıkıntı ve azap veren bir korku türü değildir. Tam
tersine, insana kulluğunu ve aczini hatırlatan, onun aklını ve şuurunu açıp
geliştiren, insanı çok üstün bir ahlak seviyesine ulaştıran bir korkudur.
Bu korku müminin ahirete
olan özlemini artıran, ümit ve şevkini körükleyen bir korkudur. Allah korkusu,
müminin Allah'a olan yakınlığını ve sevgisini kat kat artıran, ona büyük manevi
hazlar yaşatan asil bir duygudur. Kuran'da iman edenlerin taşıdıkları bu içli
ve saygı dolu korkudan pek çok ayette bahsedilir:
Gerçek şu ki, Rablerinden
gayb ile (O'nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar
için bir bağışlanma ve büyük bir ecir vardır. (Mülk Suresi, 12)
... Rablerinden içleri saygı
ile titrer, kötü hesaptan korkarlar. (Rad Suresi, 21)
Görmediği halde Rahman'a
karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile
gelen içindir. (Kaf Suresi, 33)
Ki onlar (o peygamberler)
Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve
Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.
(Ahzab Suresi, 39)
Umutla Beraber Korku Duymak
Mümin Allah'tan
korkarken Allah'ın şefkatini, merhametini, bağışlayıcılığını, O'nun lütfeden,
tevbeleri kabul eden olduğunu da hatırından çıkarmaz. Bu da onun korkarken, bir
yandan da içinde çok şiddetli bir umut taşımasına sebep olur. İçindeki Allah
korkusu, Allah'ın bu sıfatlarını da çok derin ve geniş bir biçimde tefekkür
etmesine, Allah'ın üstünlüğünü ve büyüklüğünü çok daha iyi takdir edebilmesine,
dolayısıyla Allah'a daha fazla yakınlaşmasına vesile olur. Allah'ın
merhametinin, şefkatinin, bağışlamasının büyüklüğünü daha iyi idrak eder.
İşte gerçek mümin
Allah'a korku ve umut dolu bir ruh hali içinde yönelir ve dua eder:
Onların yanları
yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler ve kendilerine
rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Secde Suresi, 16)
Bu da Allah korkusunun
hiçbir zaman ümitsizliğe, karamsarlığa düşürmeyen bir duygu olduğunun
göstergesidir. Müminlerin sürekli bir umut içinde olmaları gerektiği Kuran'ın
pek çok yerinde belirtilmiştir:
... O'na korkarak ve umut
taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.
(Araf Suresi, 56)
De ki: "Ey kendi
aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut
kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır,
esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
Umutsuzluğun ise inkar
edenlerin bir vasfı olduğu yine ayetlerde bildirilmiştir:
Allah'ın ayetlerini ve O'na
kavuşmayı 'yok sayıp inkâr edenler'; işte onlar, benim rahmetimden umut
kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azab onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)
Ey iman edenler, Allah'ın
kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinmeyin; ki
onlar, kafirlerin mezar halkından umut kesmeleri gibi ahiretten umut
kesmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 13)
GERÇEK HUZUR VE
MUTLULUĞUN KAYNAĞI ALLAH KORKUSU VE ALLAH SEVGİSİDİR
ADNAN OKTAR’IN KRAL
KARADENİZ TV’DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 16 Ocak 2009
ADNAN OKTAR: Mutluluk
Allah sevgisiyle, Allah korkusuyla olur, bunun dışında kalplerin felahı yoktur,
Allah açıkça ifade etmiş, net
ifade etmiş Allah, kalpler ancak, şeytandan Allah’a sığınırım “kalpler ancak
Allah’ın zikriyle felah bulur” diyor. Başka türlü mümkün değildir insanın mutlu
olması, imkânsızdır.
ALLAH KORKUSUNUN
MÜMİNLERE KAZANDIRDIĞI ÖZELLİKLER
ADNAN OKTAR'IN KRAL
KARADENİZ TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI (30 Mart 2009)
ADNAN OKTAR: Allah
korkusu güzel ahlakla ilgili bütün fonksiyonlarımızı, bütün özelliklerimizi
yönlendiren en önemli güçtür.
Mesela eğer Allah korkusu olmasa, insan sabıra gerek duymayabilir. Çileye
tahammül edemeyebilir. Affetmeyebilir. Yani iradesini birçok noktada
kullanmayabilir. Nasıl olsa Allah beni affeder der, var ya Kuran’da da
biliyorsunuz, zaten cennete giderim ben, gidebilirim der. Ama Allah korkusu
olunca her şeyi kontrollü hale getiriyor. Mesela namaza kalkmayabilir, oruç
tutmayabilir, sevdikleri için bir fedakarlık yapmayabilir. . . Bunlar da
olmadığında, sevginin zeminidir bunlar, aşkın zeminidir, tutkunun zeminidir,
tamamı ortadan kalkar, insan adeta kof hale gelir. Allah korkusuyla insan
muazzam detaylar kazanır. Yani çalışkanlık kazanır, dürüstlük kazanır.
Mesela Allah korkusuyla insan doğru söyler. Allah’tan korkmazsa çıkarı için çok
rahat yalan söyleyebilir.
SUNUCU: Günümüzde oluyor da zaten.
ADNAN OKTAR: Tabi dürüst olmanın kökeninde Allah korkusu var.
Allah’tan korktuğu için doğru konuşur. Mesela şahitliği doğru yapar. Yani
birçok fitneyi, fücuru, kargaşayı, insanın ruhundaki anarşiyi Allah korkusu
önler. Cennetten daha çok zevk almamıza vesile olur. Yoksa, öbür türlü
insanda bir matlık, durgunluk meydana gelir.
MÜMİNLER ALLAH'TAN NİÇİN
KORKARLAR?
Müminlerin Allah'tan
korkma sebeplerine geçmeden önce, önceki sayfalarda da vurguladığımız bir
noktayı tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz. Allah korkusu, müminin imanını,
şevkini, Allah'a olan sevgi ve saygısını coşturan bir duygudur. Kişiyi Allah'ın
razı olmayacağı bir tavır içine girmekten sakındıran, nefsinin taşkınlıklarını,
sınır tanımaz kötülüklerini dizginleyen, sürekli iyilik yönünde harekete
geçiren bir korkudur.
Bu korku onu Allah'ın
azabından uzaklaştıran, Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine yaklaştıran,
bundan dolayı da çok büyük bir manevi haz içeren bir korkudur. Mümini Allah'ın
sınırlarını korumada, Allah'ın rızasını aramada son derece yüksek bir şuura, uyanıklığa
ve titizliğe iletir. Sonuçta müminin dünyadaki bu korkusu, onu kıyamet gününün
korkusundan ve cehennemdeki ebedi korku ve dehşetten kurtaracaktır. Bir ayette
şöyle buyrulmaktadır:
... Artık bunların ecirleri
Rableri Katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
(Bakara Suresi, 274)
Allah'ın tehdidinden ve
azabından korkan müminler, O'nun emir ve hükümlerine son derece titizlikle
uydukları için, Allah'ın beğendiği üstün bir ahlaka sahip olurlar. Mütevazi,
hoşgörülü, ince düşünceli, fedakar, aklı ve şuuru açık, Allah'ın yaratmasındaki
üstünlükleri en güzel biçimde takdir edebilen, yüksek bilince ve büyük bir
duyarlılığa sahip ideal bir yapı geliştirirler. Kısaca
Allah korkusu müminleri ruhen zenginleştiren, onları cennete layık bir duyarlılığa
eriştiren, son derece ince hikmetlerle donatılmış asil bir duygudur; ebedi
mükafat ve mutluluğun anahtarıdır.
Allah'ın Yüce Makamından
Korkarlar
Allah'ı Kuran'da
tanıtıldığı gibi tanıyan ve samimi olarak O'nun sıfatları hakkında düşünen bir
mümin en başta Allah'ın bizzat Kendisi'nden, üstün ve şerefli makamından içi
ürpererek korkmaya başlar. Allah'ın heybet ve azametinden, sonsuz kudret ve
üstünlüğünden ötürü, O'nun zatına karşı son derece saygı ve hayranlık dolu bir
korku besler. Bu korku, Allah'ın üstün ve yüce makamının bilincinde olan
müminin kalbinde doğal olarak oluşan bir korkudur. Bu korkunun derecesi kişinin
imanının ve tefekkürünün derinliği derecesinde artar. Bu saygı dolu korku
Kuran'da "haşyet" olarak da tanımlanır.
Allah sonsuz güç
sahibidir, sonsuz bir ilme ve sonsuz bir akla sahiptir, dilediğini dilediği
gibi yapar; Kendisi yaptığından sorulmaz, fakat O, insanları yaptıklarından
sorguya çekecektir. Rabbimiz alemlerden müstağnidir, hiç kimseye ihtiyacı
yoktur, fakat tüm varlıklar O'na muhtaçtır. Herkesi ve herşeyi yoktan var eden
ve her an varlıkta tutan Allah'tır; herşeyin ve herkesin sahibi O'dur, dilerse
herkesi yok edip yerine başkalarını yaratabilir. Hiçbir şeyi unutmaz; Allah bir
şeyi diledi mi ona "ol" der ve olur, O'na hiçbir şey güç gelmez. Tüm
bu sonsuz üstünlüklerin sahibi olan Allah'a karşı değil isyankar bir tavır
almak, O'nu unutarak bir an geçirmek bile şuurlu bir insanın cesaret
edebileceği bir şey değildir.
Allah'ı Kuran'da
tanıtıldığı gibi tanıyan ve O'nun kudretini gereği gibi takdir eden bir insan
Allah'tan saygıyla sakınır ve O'nun azametinden korkuya kapılır. Mümin Allah'ın
büyüklüğünü, azametini, kudretini bildiği gibi "İntikam alan",
"Kahreden", "Azap veren", "Zillete düşüren"
sıfatlarını da bilir. Allah'ın rızasına ters düşen bir tavır ya da konuşmanın
karşılıksız kalmayacağını bilir. Allah'ın her an herşeyden haberdar olduğunu,
her yeri sarıp kuşattığını, kendisine şah damarından yakın olduğunu bilerek
hareket eder.
İşte Allah müminin bu
güzel tavrına karşılık onu dünyada ve ahirette ebediyen rahmeti, rızası ve
cennetiyle ödüllendirir:
Rabbin makamından korkan
kimse için ise iki cennet vardır. (Rahman Suresi, 46)
Elbette ki Allah'ı
hakkıyla takdir edebilmek için Kuran ayetlerini çok iyi bilmek gerektiği gibi, O'nun
dış dünyadaki ayetlerini -delillerini- de iyi bilip tanımak şarttır. En küçük
bir atomdan ya da bir canlı hücresinden dev yıldızlara hatta galaksilere kadar
Allah'ın sayısız yaratılış delilleri hakkında detaylı bilgi sahibi olmak insanın Allah korkusunu artırır. Çünkü bunları bilmek
kişinin, Allah'ın yarattığı şeylerde tecelli eden sonsuz aklına, gücüne, ilmine
çok daha yakından şahit olmasını,
Allah'ın kudretini, diğer insanlara göre, çok daha fazla takdir edebilmesini
sağlar. Bu da O'na karşı duyduğu korku ve haşyetin kat kat artmasına vesile
olur. İşte Allah bu sırrı bir ayetinde şöyle açıklar:
... Kulları içinde ise
Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün
ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)
Allah'ın Tehdidinden
Korkarlar
Allah bir ayetinde
müminin, Kendi makamından korktuğu gibi, tehdidinden de korktuğunu belirtir:
... İşte bu, makamımdan
korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır). (İbrahim Suresi, 14)
Allah'ın tehdidi,
Rabbimiz’e iman ve itaat etmeyen, O'nun rızasını gözetmeyen, emir ve
yasaklarını tanımayanlar için vaat ettiği maddi, manevi sonsuz bir azaptır.
Bunun yeri de cehennemdir. Mümin, bu dünyada hiç kimsenin Allah'ın azabından
emin olamayacağını çok iyi bilir. Bu yüzden Allah'ın, inkarcılara vaat ettiği
cehennemdeki dayanılmaz ve sonsuz azaba düşmekten korkar. Müminlerin bu ruh
hali Kuran'da şöyle tarif edilir:
Onlar, din gününü tasdik
etmektedirler. Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar.
Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. (Mearic Suresi, 26-28)
Allah'tan içleri
titreyerek korkan müminler, Kuran'ı okurken cehennemle ilgili ayetlerin hepsini
tek tek kendi nefisleri üzerinde düşünürler. Zira Kuran ayetlerinde, Allah'ın
sürekli müminlere hitab eden uyarıp korkutmaları yer alır; inkarcılar ise zaten
Allah'ın kitabını okumazlar, okusalar da gereği gibi kavrayamazlar. Dolayısıyla
müminler, bu ayetlerin Allah'ın mümin kullarını uyarmak ve onları cehennemden
sakındırmak için olduğunu düşünürler. Çünkü, Kuran'dan öğüt alabilecek ve
Allah'ın azabından korkup sakınabilecek yalnızca kendileridir. Bundan dolayı da
diğer insanları değil, Kuran'da övülen takva sahibi müminleri ve üstün ahlak
sahibi peygamberleri kendilerine örnek alırlar. İşte bunun doğal bir sonucu
olarak "cehennem ayetleri diğer insanları ilgilendiriyor, ben ise
müminim" gibi kendinden emin bir ruh hali içine girmezler. Elbette
imanlarından dolayı Allah'tan daima kurtuluşu ve rahmetini umarlar. Ancak bu, "…
Rablerine korku ve umutla dua ederler…" (Secde Suresi, 16) ayetinde
dikkat çekildiği gibi yine korkuyla karışık bir ümittir.
Allah Kuran'da insanları
cehennemden sakındırmak için pek çok uyarı ve hatırlatmada bulunmuştur. Belki
korkup sakınırlar diye inkarcıları ahirette karşılaşacakları azapla tehdit
etmiştir. Bu Kuran'da şöyle vurgulanır:
... Gerçekten hüsrana
uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana
uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir."
Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da tabakalar vardır. İşte
Allah, Kendi kullarını bununla tehdit edip-korkutuyor. Ey kullarım öyleyse
Benden sakının. (Zümer Suresi, 15-16)
Gerçek şu ki Allah
insanları gerek ayetleriyle, gerek elçileri aracılığıyla, gerekse yaşadıkları
olaylarla Kendisi'nden sakındırır. Onlara çağrıda bulunur, azabıyla korkutur.
Ama bu uyarılar "... Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük
bir azgınlıktan başka birşey artırmıyor." (İsra Suresi, 60) ayetinin
bir tecellisi olarak inkarda diretenlere bir fayda sağlamadığı gibi,
kaçışlarını daha da artırır. Ve o zaman da yalanladıkları azap üzerlerine hak
olur. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
Sen buna müstahaksın,
dahasına müstahaksın. Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. İnsan, 'kendi
başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet Suresi, 34-36)
Dünyada bulundukları
süre içinde Allah korkusundan uzak yaşayan ve Allah'ın azabını yalanlayanlar,
hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar ve bu an artık
haklarında hükmün verildiği ve sonsuz azaba mahkum oldukları andır. Bölük bölük
cehenneme sevk başlar. Daha ulaşmadan başlarına geleceklerin korkusu tüm
benliklerini kaplar. Psikolojik olarak tamamen çökmüş durumdadırlar.
Sürüklenerek cehennemin kapısına varırlar. O anı Allah ayetlerinde şöyle
bildirir:
İnkar edenler, cehenneme
bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve
onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan
ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?"
Onlar: "Evet." dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak
oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından
(içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür." (Zümer
Suresi, 71-72)
Bu şekilde bir daha asla
çıkmamak üzere cehennemin kapılarından içeri girerler. Cehennemin kapıları
üzerlerine kapatılır ve kilitlenir. Hiçbir kaçış imkanı yoktur. Artık bedenleri
ve ruhları sonsuza kadar dayanılmaz acılar içinde kıvranacaktır. Ama
uğrayacakları azapların hiçbiri onları öldürmeyecektir. Her seferinde derileri
yenilenecek ve onlar işlerinin bitirilmesini isteyecek ama kendilerine şöyle
cevap verilecektir:
(Cehennem bekçisine:)
"Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar.
O: "Gerçek şu ki siz, (burada) kalacak kimselersiniz" dedi. (Zuhruf
Suresi, 77)
Cehennemdeki azapların
farklı çeşitleri vardır. Bunların her biri insanın hayal gücünün ötesindedir.
İnkarcı cehennemin odunu olur (Cin Suresi, 15), ateşin üstünde tutulup mum gibi
eritilir, yüzü ateşte evrilip çevrilir, elleri bağlı olarak ateşin dar yerine
atılır, haşlanır, dağlanır, bu haldeyken demirden kamçılarla kırbaçlanır,
katrandan elbiseler giyer, ateşten yataklara yatırılır, üstüne ateşten örtüler
örtülür, darı dikeni ve zehirli zakkum yer, kan ve irin içer, başından aşağı
kaynar su dökülür, içirilen kaynar su bağırsaklarını parça parça koparır, ateş
yüzünü yalar, dişleri sırıtır halde kalır, nefes alıp vermesi bile kahır
doludur. Bütün bunlar bir daha son bulmayacak olan fiziksel azabın sadece bir
parçasıdırlar.
Cehennem ehli fiziksel
olduğu gibi psikolojik olarak da acı çeker. Çaresizlik, ümitsizlik, pişmanlık,
aşağılanma, rezil olma, küçük düşme, horlanma, öfke, kin ve çekişme
duygularının karışımı sonucunda yaşadıkları azap da bir yandan kendilerini yer
bitirir. Onca kalabalığın arasında herkes yalnızdır ve birbirine düşmandır.
Sürekli birbirlerini lanetlerler. Çığlıklar, haykırışlar, yalvarmalar, kahır
dolu inlemeler birbirine karışır.
Ancak şunu unutmayın:
Cehennemde bu azapları yaşayanlar başka yaratıklar değildir. Dünyada sokaktan
geçerken gördüğünüz, bir kısmını tanıdığınız bildiğiniz insanlardır. Hiçbir şey
değişmemiştir, tümü aynı şuur açıklığında insanlardır. Belki de hiç ummadıkları
bir anda ölüm melekleri canlarını almış ve kendilerini yaptıklarının
karşılığını öderken bulmuşlardır. Allah'ın yarattıkları arasında, Allah'ın bu
büyük tehdidinin şuurunda olup sürekli korku ve ümit içinde yaşayanlar ise
yalnızca müminlerdir:
Onlar: "Rabbimiz,
cehennem azabını bizden geri çevir; gerçekten, onun azabı ödenmesi kaçınılmaz
bir borç (veya sürekli bir acıdır)" derler. (Furkan Suresi, 65)
Böyle olmakla beraber
Allah’tan bir rahmet olarak Peygamber Efendimiz (sav)’nin şöyle bir hadisi de
vardır:
Hz. Peygamber (sav)
şöyle buyurdular: “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten
çıkacaktır.” Ebu Said der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye
düşerse şu ayeti okusun: “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz...” (Nisa
Suresi, 40) (Tirmizi, Sıfatu Cehennem 10, (2601))
Allah'ın Rızasını ve
Sevgisini Kaybetmekten Korkarlar
İçli ve derin bir Allah
sevgisine sahip olan müminler bu sevgiyi besleyen en önemli duygunun yine içli,
derin ve saygı dolu bir korku olduğunu gayet iyi bilirler. Allah sevgisinin
tarifsiz manevi hazzını tadan müminler, Allah'a karşı bir hata ya da kusur
işleyerek en çok sevdikleri varlığın sevgisini ve hoşnutluğunu, dostluğunu
kaybetmekten çok korkarlar.
Allah korkusu aynı
zamanda Allah sevgisinin de kaynağıdır. Çünkü Allah sevgisi ancak Allah'a
yakınlaşmakla, Allah'la içli ve samimi bir bağlantı içine girmekle gerçekleşir.
Allah'a yakınlaşmak ise O'nun sevgi ve rızasını kazanmakla, yani O'nun
sınırlarını korumakla ve O'nun emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Bu ise
Allah korkusu olmadan elde edilebilecek bir durum değildir. Çünkü Allah'tan
korkmayan bir insanın nefsi, onu sürekli olarak Allah'ın razı olmadığı şeyleri
yapmaya, razı olacağı şeylerde ise ihmal ve gevşeklik göstermeye sürükler. Bu
yüzden Allah rızasını kazanmanın yegane yolu Allah korkusudur. Bu, Allah'ın
koyduğu bir kanundur. O halde Allah'tan gereği gibi korkmadan O'nun sevgisini
ve rızasını kazanacağını sanmak büyük bir cahillik ve aldanış olacaktır.
Herşeyden önce Allah
Kendisi'nden korkmalarını insanlara emretmiştir. Bu yüzden, Allah'ın bu emrini
göz ardı edip, yalnızca Allah'ı sevmenin yeterli olduğunu söylemenin hiçbir
mantığı olamaz. Allah'tan korkmadığı halde O'nu sevdiğini söyleyen bir kimse
gerçekte kendini kandırmaktan, vicdanını rahatlatmaya çalışmaktan başka bir şey
yapmaz. Allah sevgisi dediği şey, kendi ilkel ve yüzeysel bakış açısıyla
kafasında kurduğu bir sevgi türüdür. Gerçek Allah sevgisiyle hiçbir ilgisi
yoktur. Allah'ı gerçekten çok seven bir insan O'nun emirlerine uyma konusunda
son derece titiz ve kararlı olur. Allah Kendisi'nden korkulmasını emrederken,
bunun gerekli olmadığını savunan bir insan, ancak kendisini aldatabilir.
Üstelik bu akılsızca iddianın "oruç, namaz gibi ibadetlere gerek
yoktur" demekten hiçbir farkı bulunmamaktadır. Böyleleri, sadece Allah
korkusu konusunda değil, Allah'ın birçok emrini uygulamamak için de çeşitli
bahanelere başvururlar.
Allah'ın Dünyada da
Karşılık Verebileceğini Bilirler
Kuran'da, Allah'ın kimi
insanları işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırmasıyla ilgili pek çok örnek
aktarılmıştır. Allah kendilerine birçok fırsat verdiği halde inkarda direnen
insanlar, yaptıklarının karşılığını daha dünyadayken almışlar ve insanların
gözleri önünde ibret kılınmışlardır.
Bu ibret kılınma,
kendisine Allah büyük bir mülk ve hazine verdiği için şımaran ve büyüklüğe
kapılan Karun'un kıssasında özellikle vurgulanır. İnsanlar önce güç sahibi
sandıkları Karun'a büyük bir hayranlık duymuşlar ama sonra Allah'a karşı
korkusuzca büyüklenmesinden dolayı uğradığı sonu görünce gerçeği anlamışlardır.
Karun azgınlığının karşılığını kimsenin hiç ummadığı bir zamanda, görülmemiş
bir şekilde almış ve insanlara büyük bir ibret olmuştur:
Böylelikle kendi
ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte
olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı.
Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. (Kasas Suresi, 79)
Sonunda onu da, konağını da
yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu
olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.
Dün, onun yerinde olmayı
dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından
dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah,
bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten
inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)
Kuran'ın genelinde
bildirilen ve Karun kıssasında da özel olarak dikkat çekilen husus, Allah'ın
nice görkemli, güç sahibi toplulukları dünyada azaplandırması ve bununla
insanlara Allah'ın azabından kendilerini koruyamayacaklarını göstermesidir. Bu
gerçek başka birçok ayette bildirilmiştir:
Yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün
idiler... (Rum Suresi, 9)
... Bilmez mi ki gerçekten
Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü
ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır... (Kasas
Suresi, 78)
Onlardan önce nice insan
nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal bakımından da, gösteriş bakımından da
daha güzeldiler. (Meryem Suresi, 74)
Mümini diğer insanlardan
farklı kılan şey tüm bunların şuurunda olup Allah'tan içi titreyerek korkması
ve sakınarak hareket etmesidir. Bir hata ya da günah işlediğinde Allah'ın o
anda bunun karşılığını vermeyeceğinden emin olamayacağı için hemen Allah'a
yönelip tevbe eder, Allah'tan bağışlanma diler ve pişmanlığını dile getirir.
Mümin, Allah'tan çok
korkar ama bununla birlikte Allah'ın sonsuz merhametine de güvenir. Bu, sadece
ahireti düşünmenin getirmiş olduğu bir duyarlılıktır.
Allah Kuran'da bunun tam
tersinden yani kendilerine azabın geldiğini gördükleri halde hiç üstlerine
kondurmayan ve aynı tavırlarını devam ettiren insanların durumundan şöyle
bahseder:
Derken, onu (azabı)
vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, "Bu
bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır, o kendisi için acele
ettiğiniz şeydir. Bir rüzgar, onda acı bir azab vardır.
Rabbinin emriyle herşeyi
yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma
düştüler. İşte Biz, suçlu-günahkar bir kavmi böyle cezalandırırız. (Ahkaf
Suresi, 24-25)
Sonuç olarak Kuran'a
baktığımızda görüyoruz ki yapılan hiçbir kötülük ve günah -tevbe edilip
vazgeçilmediği sürece- Allah'ın yüce adaletinin gereği, karşılıksız
kalmamaktadır. Ama bu karşılık, kimi zaman dünyada insanlara erişmekte, kimi
zaman da hesap gününde ortaya çıkmaktadır. Nankörlük edip de yaptıklarından
vazgeçmeyenler Allah'ın kendilerini bir anda yakalayabilecek azabından asla
güvende olmamalıdırlar. Bu durum Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Kara tarafında sizi yerin
dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga
göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. Veya sizi bir kere daha ona (denize) gönderip üzerinize kırıp
geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz nedeniyle sizi batırmasına karşı
emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra
Suresi, 68-69)
Bir insan sorumsuzca bir
yaşam süremez. Çünkü insan başıboş değildir. Allah'a karşı sorumludur. Bunu
reddederse çok şiddetli bir karşılık görür. Tüm güç Allah'ın elindeyken böyle
bir cürette bulunmak o kişinin Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edememesinden
başka bir şey değildir. Çünkü Allah dilese o anda kişiden tüm nimetlerini çekip
alabilir. Allah ayetlerinde insanlara, ellerindeki her türlü nimetin bir anda
alınabileceğini şöyle hatırlatmıştır:
Eğer dilemiş olsaydık,
gözlerinin üstüne bastırır-kör ederdik, böylece yola dökülüp-koşuşurlardı.
Fakat nasıl göreceklerdi ki?
Eğer dilemiş olsaydık,
oldukları yerde (en görkemli çağlarında) onları bir başka kalıba sokardık;
böylece ne ileri gitmeye, ne geri dönmeye güç yetirebilirlerdi. (Yasin Suresi,
66-67)
Gerçek budur, insan
sahip olduğu herşeyi, aldığı her nefesi, yaşadığı her anı Allah'a borçludur.
İşte müminler bu gerçeklerin farkında olduklarından, Allah'tan, Allah'ın
sınırlarını aşmaktan daimi bir korku duyarlar.
Ölüme Hazırlıksız Yakalanmaktan
Korkarlar
İnsan ölümlü bir
varlıktır. Ancak ortalama 60 sene gibi kısa bir süre dünyada kalacaktır. Bundan
sonra ise kendisi için sonsuz bir hayat başlayacaktır. Bu sonsuz hayatı, ya
nimetlerle donatılmış cennetler içinde ya da insanın ruhuna ve bedenine acı
vermek için özel olarak yaratılmış bir azap mekanı olan cehennemin içinde sürüp
gidecektir. Allah dilediği an insanın dünyadaki yaşamına son verip, ahirete
geçirebilir. Emin olun ki bu geçiş, bir göz açıp kapaması kadar çabuk
gerçekleşecektir.
İnsan öleceği,
imtihanının son bulacağı ve hakkında kesin hüküm verileceği zamanı bilemez. Bu
yüzden bu an geldiğinde hazırlıksız yakalanmaktan, hesabını veremeyeceği, ihmal
ettiği, ertelediği, gevşek tuttuğu konuların olmasından çok korkup sakınması gereklidir.
Çünkü ölüm melekleri geldiklerinde artık eksiklerini tamamlama, yapması
gerekenleri telafi etme gibi bir imkan olmayacaktır. O ana kadar yapıp
ettikleri yanına kar ya da zarar olarak kalacak ve bunlardan hesaba çekilerek
hakkında hüküm verilecektir. Ölüm geriye dönüşü olmayan bir gerçektir. Kişiye, "öğüt
alıp düşünen bir kimsenin öğüt alabileceği kadar" (Fatır Suresi, 37)
süre tanınmıştır. Ölüm geldiği anda bu süre tamamlanmıştır. Kişi ne kadar
yalvarıp yakarsa da kendisine bir fırsat daha tanınmaz. Allah'a karşı yerine
getirmediği sorumluluklarını yerine getirmesi için ek bir süre verilmez. Allah,
böyle bir gaflete ve ihmalkarlığa düşmemeleri için müminleri şöyle uyarmıştır:
Sizden birinize ölüm gelip
de: "Rabbim, beni yakın bir süreye kadar geciktirsen ben de böylece sadaka
versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak
verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir
kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır. (Münafikun
Suresi, 10-11)
İnsan, hiçbir zaman
kendini ve yaptıklarını yeterli görmemeli, ölümün her an gerçekleşebileceğinin
bilincinde olarak, geri dönüşü olmayan bir sona hazırlıksız yakalanmaktan
korkmalı, her anını Allah'ın sınırlarını en fazla gözetmeye çalışarak
geçirmelidir.
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK ALLAH
KORKUSUNU ARTTIRIR
ADNAN OKTAR’IN TEMPO
TV’DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 13 Ocak 2009
ADNAN OKTAR: Ölüm çok büyük bir nimet. Allah’a insanın
kavuşması, cennete açılan bir kapı mümin için inşaAllah. Ve dünya hırsını
ortadan kaldıran kesin delil. Ölüm insanları müthiş terbiye eden,
ahlaklarını müthiş düzenleyen en önemli nedenlerin başında gelir. Çok
etkiler insanı, bütün insanları çok etkiler ölüm. Ve cehennem korkusu, yani
Allah korkusu. Bunlar olduğunda insanlar daha müşfik, merhametli, şefkatli,
daha akılcı, daha sevecen, daha latif, daha güzel huylu oluyorlar. Ve güzel
ahlakın kökenini oluşturuyor bu zemin. O yüzden ölümü, Allah’a bir
yakınlaşma, cennete vesile olma olarak görürüz. Ve o yönde de onu nimet
olarak biliyoruz inşaAllah.
Kıyamet Gününden
Korkarlar
İman etmekte olanların
Allah'a ve kıyamet gününe karşı besledikleri korku ayette şöyle tarif
edilmektedir:
Onlar, Rablerine karşı gayb
ile (O'nu görmedikleri halde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyamet
saatinden 'içleri titremekte olanlardır.' (Enbiya Suresi, 49)
Bir başka ayette de,
iman edenlerin hesap gününe karşı içlerinde taşıdıkları korkudan şöyle
bahsedilir:
(Öyle) Adamlar ki, ne
ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan
ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin
inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur
Suresi, 37)
Allah korkusundan uzak
yaşayan insanların yaşamları boyunca göz ardı ettikleri, müminlerin ise sakınarak
hareket ettikleri hesap anı geldiğinde, kişinin dünyada yaptıkları birer birer
kendisine gösterilecektir. Dünyada bulunduğu süre içinde her yaptığı, her
niyeti gözler önüne serilecektir. Üstelik en ufak bir ayrıntı bile
unutulmadan...
O gün insanlar, amelleri
kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar. Artık kim zerre
ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer
(kötülük) işlerse, onu görür. (Zelzele Suresi, 6-8)
İşte o anda, Allah'tan
korkup sakınmadan sorumsuzca bir ömür sürenler, başlarına gelecekleri
anlamışlardır. Korku ve pişmanlıktan ölmeyi, yok olmayı isterler. Yaşadıkları
yıkım ayetlerde şöyle anlatılır:
Kitabı sol eline verilen
ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç
bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar
sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti." (Hakka Suresi, 25-29)
Kimin de kitabı ardından
verilirse, o da, helak (yok olmay)ı çağıracak. Çılgın alevli ateşe girecek.
Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi. Doğrusu o, (Rabbine)
bir daha dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi
görendi. (İnşikak Suresi, 10-15)
Bundan sonra artık
kişinin kitabındaki amelleri Allah'ın hesap günü için hazırladığı hassas
terazilerde tartılacaktır. Ve zerre kadar bile haksızlığa uğratılmayacaktır.
İşte o an kişi eğer sakınanlardan değilse tartısı hafif gelecek ve tutuklanıp
zincire vurularak ait olduğu yere götürülecektir. Kimse kimseye yardım
edemeyeceği gibi kişinin kendisine de bir faydası olamayacaktır. Çaresizliğin
acısı bütün benliğini kaplayacaktır.
Kimin tartıları hafif
kalırsa, artık onun da anası (son durağı) "haviye"dir (uçurum). Onun
ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria
Suresi, 8-11)
Dünyada korkusuzca bir
yaşam süren kişinin Allah'a karşı işlediği tüm suçlar tek tek ortaya dökülür.
Sadece yaptıkları değil, kalbinden geçirdiği tüm kötülükler de. O an içinde
bulunduğu utanç tarifsiz bir utançtır. Hiçbir şeyi inkar edemez. O inkar etmeye
kalksa işitme, görme duyuları ve derileri Allah dilediği için dile gelip
konuşur, aleyhine şahitlik ederler.
İşte iman edenlerin her
an şuurlarını açık tutan, onları sakındıran ve titizliklerini artıran korku
böyle bir günün korkusudur. Bilirler ki Allah'ın, "O inkar edenler
Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler" (Hicr Suresi, 2) ayeti o
gün tecelli edecektir.
Şu anda da imtihan devam
etmektedir ve az önce yukarıda tasvir edilen ortamda tartıya getirilecek
olanlar içine, şu an yaşadıklarımız da dahil olacaktır. Bu yüzden insanın
dünyada bulunduğu süre içinde hesabını veremeyeceği herşeyden sakınması
gereklidir. Zaten akıl sahibi bir insan için bunun aksi mümkün değildir. Allah
her yeri ve herşeyi sarıp kuşatmışken ve insana şah damarından daha yakınken,
görevli melekler de en küçük ayrıntıyı dahi kaydederlerken insanın geçici ve
değersiz dünyevi konularla kendini meşgul etmesi ve hesap gününü unutması
olabilecek en büyük gaflettir.
İnsan sabah gözünü
açtığı andan itibaren Allah kendisine yeni bir gün, yeni bir fırsat daha
yaratmış demektir. Kişi hemen Allah'a hesap vereceği anı hatırlayıp, güne
samimi bir niyetle başlamalıdır. Niyeti ise, Allah'ın razı olmayacağı ve
kendisinin de hesabını veremeyeceği herşeyden uzak durup sakınarak, hareket
etmek olmalıdır. Unutmamak gerekir ki o an geldiğinde tutuklanarak sonsuz azaba
yollanacak olanlar, "keşke" diyecek olan insanlardır.
Ey insanlar, Rabbinizden
korkup-sakının ve öyle bir günün azabından çekinip-korkun ki, (o gün hiç) bir
baba, çocuğu için bir karşılık veremez ve (hiç) bir çocuk da babası için bir
şeyi verebilecek (durumda) değildir. Şüphesiz Allah'ın va'di haktır. Artık
dünya hayatı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile
aldatmasın. (Lokman Suresi, 33)
ALLAH'TAN
KORKAN BİR İNSAN NASIL BİR AHLAKA
SAHİPTİR?
Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi
örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim'
indirdik. Takva (Allah korkusu) ile kuşanıp-donanmak ise,
bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki
öğüt alıp-düşünürler.
(Araf Suresi, 26)
örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim'
indirdik. Takva (Allah korkusu) ile kuşanıp-donanmak ise,
bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki
öğüt alıp-düşünürler.
(Araf Suresi, 26)
Kuran'ın pek çok
ayetinde Allah'tan korkan müminlerin tavır ve davranışlarından örnekler
verilmiştir. Bu örnekler ışığında Allah'tan korkan kişilerin sahip oldukları
temel ahlak özelliklerini açıklayarak şöyle maddelendirebiliriz:
Yalnızca Allah'tan Korkar
Mümin, "...
onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur
ki hidayete erersiniz" (Bakara Suresi, 150) ayetinin hükmü gereği,
Yüce Allah'tan başka hiçbir kimse ya da topluluktan korkmaz ve çekinmez. Yarar
ve zararın, hayır ve şerrin yalnızca Allah'tan gelebileceğinin, başına gelecek
tüm olayların ancak Allah'ın dilemesi ve yaratması ile, Allah'ın belirlediği
bir kader üzere gerçekleşebileceğinin bilincindedir.
Bu özellik, Allah'ın
dinini tebliğ ederken çoğu zaman tüm kavimlerini karşılarına alan, buna rağmen
vazifelerinden en ufak taviz vermeyen bütün elçilerde görülür. Allah elçilerini
bir ayetinde şöyle örnek vermektedir:
Ki onlar (o peygamberler)
Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve
Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.
(Ahzab Suresi, 39)
Allah'a iman eden insan
da peygamberlerin bu üstün özelliğini kendine örnek alır ve yaşar.
Sadece Allah'ı Hoşnut
Etmeye Çalışır
Mümin, Allah'ın herşeyin
hakimi olduğunu, yegane güç ve kuvvet sahibi olduğunu, herşeyin Allah'ın
dilemesi ile var olup, varlıklarını sürdürdüklerini bilir. Bu yüzden, gerçekte
hiçbir güç ve kuvvete, etkiye sahip olmayan yaratılmışların rızasını gözetmenin
faydası olmayacağının bilincindedir. Bu dünyada Allah'tan korkarak O'nun
rızasını araması, onu, ahiretteki korkunç azaptan kurtaracaktır:
Allah'ın rızasına uyan kişi,
Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne
kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 162)
Küçük büyük herşeyin
ortaya döküleceği, ellerin ve derilerin şahitlik edeceği bir vakit gelecektir.
Bundan korkan mümin hayatını bu gerçeğe göre yaşar ve Allah'ın rızasından
kesinlikle hiçbir şart ve koşulda taviz vermez. Hz. Yusuf'un tavrı bu konuda
çok güzel bir örnektir. Yusuf Peygamber kendisiyle birlikte olmak isteyen
kadının tüm tehdit ve entrikalarına rağmen iffetini korumuş, Allah’ın
rızasından asla taviz vermemiş ve O'nun sınırlarını çiğnemektense zindana
girmeyi tercih etmiştir. Allah bu üstün ahlakı ayetlerinde şöyle bildirir:
Kadın dedi ki: "Beni
kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o
ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak
olursa, mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak."
(Yusuf) Dedi ki:
"Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha
sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim
gösterir, (böylece) cahillerden olurum." (Yusuf Suresi, 32-33)
Her Zaman Vicdanıyla
Hareket Eder
Allah'a kulluk eden
kişi, nefsinin istek ve arzularına itaat etmez. Bile bile böyle davrandığı
takdirde dünyada ve ahirette Allah'ın
gazabına uğramaktan şiddetle çekinir. Aksi bir tavır gösterdiği takdirde
aşağıdaki ayetlerin hükmüne gireceğinden korkar. Allah ayetlerinde şöyle
buyurmaktadır:
Hayır, zulmedenler, hiçbir
bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın
saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. (Rum
Suresi, 29)
Şimdi sen, kendi hevasını
ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık
Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor
musunuz? (Casiye Suresi, 23)
Kuran'da Tarif Edilen Tüm
Güzel Ahlak Özelliklerini Yaşar
Allah'tan korkan kişi,
sadakat, vefa, doğruluk, dürüstlük, samimiyet gibi tüm güzel ahlaka ait
tavırları gösterir. Kuran'ın birçok yerinde bu üstün ahlak özelliklerini
sergileyen müminlerden bahsedilir. Gerçekte, tüm insanların özlemini duyduğu
insan modeli de budur. Fakat, Allah korkusu olmadığı takdirde bir insanda bu
özelliklerin gerçek anlamda ve devamlı bulunması asla mümkün değildir. Çünkü
Allah'tan korkmayan bir kişi kendi menfaatleriyle çatıştığı anda Kuran ahlakını
değil, çıkarlarının gerektirdiği davranış biçimini benimseyecektir. Allah'tan,
O'na hesap vermekten, cehenneme girip kötü davranışlarının karşılığını
görmekten korkmadığı için böyle davranmasını engelleyen bir endişesi yoktur.
Kimse Görmediğinde de
Allah'ın Sınırlarını Korur
Allah'a karşı derin bir
haşyet duyan kişi, insanların arasında bulunduğu zaman da, kimsenin görmediği
ortamlarda da Allah'a karşı gelmekten aynı titizlikle sakınır. Çünkü bir
kötülüğü, ister herkesin içinde isterse yalnız başına
yapsın, ister açığa vursun isterse saklasın, Allah'ın bunu bileceğini, Allah'ın
açığı da gizliyi de, gizlinin gizlisini de bildiğini ve kendisini tümünden
sorguya çekeceğini bilir. Bu konudaki samimiyetini Allah'ın deneyeceğini ve
imtihan kastıyla kendisine çeşitli fırsatlar, uygun ortamlar yaratacağını da
bilir. Allah bir ayetinde müminlere şöyle emretmiştir:
Günahın açıkta olanını da,
gizlisini de terk edin. Çünkü günahı kazananlar, yüklenegeldikleri nedeniyle
karşılık göreceklerdir. (Enam Suresi, 120)
Her Durumda Allah'a
Yönelip Döner
Allah'tan gereği gibi
korkup sakınan müminler Allah'tan karşılık görme konusunda son derece
hassastırlar. Öyle ki kendilerine isabet eden bir musibet karşısında veya
işlerinde bir olumsuzluk hissettiklerinde ya da herhangi bir sıkıntıya
uğradıklarında hemen bir vicdan muhasebesi yapar, Allah'ın hoşnut olmayacağı
bir şey yapıp yapmadıklarını gözden geçirirler. Ve Allah'tan bağışlanma
dileyip, O'na dua ederler. Allah'ın rızasını kazanmaya olan düşkünlükleri ve
aynı şekilde O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku, onları son derece
duyarlı hale getirmiştir. Bu konuda da Hz. Davud Peygamberin tavrı müminler
için güzel bir örnek teşkil eder. Kuran'da Hz. Davud'un Allah'a gösterdiği
derin saygı bu mübarek peygamberin yaşadığı bir olay anlatılarak şöyle haber
verilir:
Sana o davacıların haberi
geldi mi? Hani mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan
tırmanmışlardı. Davud'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki:
"Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen
aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet."
"Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum
var. Buna rağmen "Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat" dedi ve
bana, konuşmada üstün geldi." (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu,
kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali
güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz
ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar
azdır." Davud, gerçekten Bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece
Rabbinden bağışlanma diledi ve rüku ederek yere kapandı ve (Bize gönülden)
yönelip-döndü. Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun Bizim Katımız'da gerçekten
bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır. (Sad Suresi, 21-25)
Ayette görüldüğü gibi,
Hz. Davud son derece adaletli bir karar verdiği ve hükmünün doğruluğu açıkça
belli olduğu halde Allah korkusu ile Rabbimiz’e yönelmiş ve yine de bağışlanma
dilemiştir. Kuşkusuz içte yaşanan bu korkunun taklidi mümkün değildir. Bu,
ancak Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edenlerin O'na olan sevgisinden ve
saygısından dolayı, Rabbimiz’in rızasını kaybetme korkusudur.
Tüm peygamberlerin ve
salih müminlerin üsluplarına baktığımızda ortak bir nokta dikkatimizi çeker.
Hepsi Allah'tan saygıyla korkan, azabından şiddetle çekinen kullardır. Fakat bu
haşyetin ardında aynı zamanda çok içli bir sevgi ve dostluk hissedilir. Daima
Allah'ı tesbih etmeye ve yüceltmeye devam etmeleri onların Allah'a kararlılıkla
bağlandıklarının bir göstergesidir.
ALLAH KORKUSUNUN MÜMİNLERE
KAZANDIRDIĞI ÖZELLİKLER
Allah Katında Üstünlük
... Şüphesiz, Allah Katında
sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca (Allah korkusunda) en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Elbette ki bir insanın
Allah Katındaki üstünlüğü, Allah'ı gereği gibi takdir ettiği, Allah'ın razı
olduğu hayırlı işlerde bulunduğu, Kuran'ın hükümlerini yerine getirdiği,
Allah'ın beğendiği ahlakı üzerinde taşıdığı, samimi ve ihlaslı olduğu oranda
olacaktır. Allah'a yakınlaştıran tüm bu özelliklere de kişi Allah'tan korkup
sakındığı ölçüde sahip olabilir. İşte bu nedenle kişinin kalbinde taşıdığı
Allah korkusunun derecesi onun Allah Katındaki üstünlük derecesinin de bir
göstergesidir.
Doğruyu Yanlıştan Ayıran
Bir Nur ve Anlayış
Ey iman edenler, Allah'tan
korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan)
verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.
(Enfal Suresi, 29)
Doğruyu yanlıştan ayıran
bir nur, mümine verilen akletme yeteneğidir ve kuşkusuz insana dünyada
verilebilecek en büyük ve en değerli nimetlerdendir. Doğruyu yanlıştan
ayırabilen bir akla sahip olan insanın her sözü, her tavrı, aldığı her karar,
verdiği her tepki isabetlidir. İyiyle kötüyü derhal ayırt edebildiği için
Allah'tan korkan bir insan, her işinde Allah'ın rızasına uygun hareket eder.
Kararsızlık, çözümsüzlük, tereddüt, vesvese, aklının karışması gibi sorunları
olmaz. Bunun tam tersi, yani insanın böyle bir yetenekten mahrum olması ise
dünyada da ahirette de kişiyi helaka sürükleyecek bir eksikliktir.
Allah'ın Rahmetinden İki
Kat Vermesi
Ey iman edenler, Allah'tan
sakınıp-korkun ve O'nun elçisine iman edin, size Kendi rahmetinden iki kat
(güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size
mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Hadid Suresi, 28)
Allah Kuran'da,
Kendisi'nden korkup sakınarak hareket eden kullarını hem dünyada hem de
ahirette maddi manevi nimetlerinin içinde yaşatacağını vaat eder. Çünkü ayette
haber verildiği gibi, "Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan
razı olmuşlar"dır. (Maidesi Suresi 120) Bir mümin için Allah'ın
kendisini rahmetine alması kuşkusuz herşeyin üzerindedir.
Unutulmamalıdır ki Allah
dünyada bir insana güzellikler, bolluk, bereket, huzur ve güvenlik duygusu
verebilir. Ahirette ise Allah'tan korkan bir insan için, dünyadakilerle kıyas
edilemeyecek üstünlükte nimetler ve Allah'ın sonsuz rahmeti vardır.
İbadetlerin Kabulü
Onlara Adem'in iki oğlunun
gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban
sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.
(Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim."
(Öbürü de:) "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder." (Maide
Suresi, 27)
Görüldüğü gibi Hz.
Adem'in oğullarından biri "ancak Allah'tan korkan kimselerin amellerinin
Allah Katında makbul" olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah korkusu olmayan
bir kimse en başta Allah'ın kudretini gereği gibi takdir edemeyen, Allah'a
karşı duyması gereken saygıyı hissedemeyen bir kimse demektir. Böyle bir kişi
zaten temelinde bozuk ve yanlış bir bakış açısına, Allah'ın razı olmadığı,
beğenmediği bir ahlak yapısına sahip olduğu için, yaptığı işlerin de Allah
Katında hiçbir değeri olmayabilir. Bu nedenle Allah, insanın herşeyden önce
Allah korkusu ve rızası temeline dayanan bir kişilik edinmesi gerektiğini,
aksine bir yapının hüsranla sonuçlanacağını şöyle bir örnekle bildirmiştir:
Binasının temelini, Allah
korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının
temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem
ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.
(Tevbe Suresi, 109)
Diğer yandan Allah
korkusu ve rızası taşımayan bir kimsenin ibadetleri hiçbir zaman gerektiği gibi
ihlaslı ve samimi olamaz. Yaptığı işlerin, ibadetlerin altında gösteriş,
büyüklenme, başkalarının rızasını arama, rekabet hissi gibi çarpık niyet ve
arayışlar bulunur. Bu yüzden hayatı boyunca yaptığı tüm işler -tevbe edip
Allah'a yönelmezse- boşa gitmiş olur.
İşinde Bir Kolaylık
Gösterilmesi
... Kim Allah'tan
korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)
Allah, Kendi rızasını
gözeten ve sınırlarını koruyan müminlere her an, onlar üzerindeki rahmetini,
korumasını ve desteğini hissettirir. Yaptıkları işlerde önlerini açar ve bir
başka ayetin ifadesiyle "kolay olanda başarılı kılar" (Ala
Suresi, 8). Bu kolaylık maddi ve manevi her konu için geçerlidir ve bazen açık,
bazen de gizli olarak kullarına ulaşır.
Allah'ın Çıkış Yolu
Göstermesi
... Kim Allah'tan
korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir. (Talak Suresi, 2)
Allah'ın takva kulları
için hiçbir işte çözümsüzlük ya da tıkanma söz konusu olmaz. Rabbimiz’in
kendilerine verdiği akıl ve anlayış sayesinde her türlü engeli aşabilecek
güçtedirler. En açmaz gibi görünen durumlarda dahi Allah kendilerine mutlaka
bir çıkış gösterir. Ve zorlukları açıp giderinceye kadar onları içinde
bulundukları durumda bırakmaz. Bu Allah'ın inananlara vaadidir.
Allah'ın Kötülüklerini
Örtmesi, Bağışlaması ve Ecirlerini Artırması
Bu, Allah'ın size indirdiği
emridir. Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, Allah, kötülüklerini örter ve onun
ecrini büyütür. (Talak Suresi, 5)
Ölümlerinden sonra
Allah'ın huzurunda sorguya çekilen müminler için kolay bir hesap olacaktır.
Çünkü iman edenler dünyadaki yaşamlarını, kendilerini yaratan Rabbimiz’in
istediği şekilde sürdürmüşlerdir. Elbette hatasız değildirler, günahları da
olmuş olabilir ama sonsuz rahmet sahibi olan Allah bunları bağışlayacağını
ayetlerinde bildirmiştir. Zümer Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:
"(Benden onlara) De ki:
"Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın
rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O,
bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
Allah'ın günahlarını
bağışladığı kişiler böylece dünyada yaptıklarının ecrini fazlasıyla alacakları,
sınırsız nimetlerle dolu cennete kavuşurlar.
Allah'ın sonsuz şefkati
müminler üzerinde dünyada da tecelli eder. Allah titizliklerinin ve kendisine
olan bağlılıklarının karşılığında bu kullarına, sundukları güzelliklerin,
iyiliklerin ve salih amellerin ecirlerini kat kat artırarak verir. Bu, Allah'ın
şanındandır. Yoksa insan kendisine can bağışlayan, sayısız nimet içinde yaşatan
Rabbimiz’e karşı zaten kullukla sorumludur. Allah'ın bunun karşılığında onları
ödüllendirmesi de tamamen lütfundan ve karşılıksız ihsan etmesindendir.
ALLAH'TAN KORKANLARIN GÖRECEKLERİ
GÜZEL KARŞILIK
Dünyadayken
Müjdelenmeleri
Dünyada Allah
korkusundan uzak bir yaşam süren insanların, ahirette sonsuza kadar tarifsiz
korkular yaşayacaklarını ve her an Allah'ın azametini tüm şiddetiyle
hissedeceklerini ilerleyen bölümlerde ayetler doğrultusunda göreceğiz.
Allah'tan korkup sakınanlar da bunun tam tersine, ahirette her türlü korkudan
emniyete kavuşacaklar ve Allah'ın korumasında ve inayetinde bir yaşam
süreceklerdir. Tüm hayatları boyunca kıyamet saatinden, hesap gününden ve
cehennemden içleri titreyerek korkan müminler, o gün geldiğinde her türlü
korkudan uzak tutulacaklar ve güvende olacaklardır. Allah bunun müjdesini daha
dünyadayken ayetleriyle verirken, o gün geldiğinde de kullarına hitap edecek ve
daha nice müjdeler verecektir:
"Ey kullarım, bugün sizin
için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız." Ki onlar, Benim
ayetlerime iman edenler ve Müslüman olanlardır. "Siz ve eşleriniz cennete
girin; 'sevinç içinde ağırlanacaksınız."
Onların etrafında altın
tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin
lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.
"İşte, yaptıklarınız
dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur." "Orada sizin için
birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz." (Zuhruf Suresi, 68-73)
Bir başka ayetinde ise
Allah bu müjdeyi melekleri aracılığı ile verir. Kuşkusuz bu, cenneti şiddetle
arzulayan müminler için tarifsiz bir sevinçtir:
Şüphesiz: "Bizim
Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok
mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) "Korkmayın ve hüzne
kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da, ahirette
de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve
istediğiniz herşey de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir
ağırlanma olarak." (Fussilet Suresi, 30-32)
Ayette de vurgulandığı
gibi, sonsuz güzelliklere uzanan bu müjde mümin daha dünyadayken ona erişmeye
başlar.
Güzel Bir Hayat
Allah iman etmeyen ve
Kendisi'nden korkup sakınmayanların azabı hak ettikleri gibi, dünya hayatındaki
bolluk ve bereketten de mahrum kaldıklarını şöyle haber verir:
Eğer o ülkeler halkı
inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden
(sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz de
onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik. (Araf Suresi, 96)
İman eden ve Allah'tan
korkup sakınanlar ise, ahirette cennetle müjdelendikleri gibi, bu dünyada da
Allah'ın lütuf ve ikramından, nimetlerinden en güzel şekilde yararlandırılırlar.
Allah ayetinde bunu güzel bir hayat olarak nitelendirmiştir:
Erkek olsun, kadın olsun,
bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel
bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak
veririz. (Nahl Suresi, 97)
Nasıl inkarcıların ebedi
azapları daha bu dünyadan başlıyorsa, sakınan müminler için vaat edilen ebedi
güzellikler de kendilerine dünyada gösterilmeye başlanır. Zenginlik ve güzellik
cennetin en temel özelliklerinden olduğundan Allah sevdiği takva kullarına
cennetini tanıtacak, onların cennete olan özlemlerini ve arzularını artıracak
nimetlerin ve ortamların benzerlerini bu dünyada da yaratır.
Öte yandan kendisini
yaratan Allah'ın emir ve yasaklarına uymasından, din ahlakını yaşamasından ve
en önemlisi daima O'na güvenip dayanmasından ve ahireti için umut beslemesinden
dolayı mümin, dünyadaki yaşamı boyunca her türlü üzüntü ve sıkıntıdan uzak
tutulur. Bunun yerine Allah kalbine "huzur ve güvenlik duygusu"
indirmiştir. Küçük büyük yaptığı her işte, her ibadette ve sergilediği güzel
ahlakta Allah'ın kendisini gördüğünü, meleklerin bunları amel defterlerine
yazdığını, ahirette tüm bunların karşılığını alacağını bilmenin getirmiş olduğu
bir huzurdur bu.
Ancak unutulmaması
gereken bir nokta da vardır ki, dünya bir imtihan yeridir. Elbette mümin de
çeşitli zorluk ve sıkıntılarla karşılaşabilir. Ancak Allah'tan korkan bir mümin
her durumda Kuran'a uygun en güzel tavrı göstereceğinden bu zorluk ve
sıkıntılar kendisi için rahmete ve ecre dönüşecektir. Kendisini yalanlayan
kavmi tarafından ateşe atılmak istendiği halde, imanından, teslimiyetinden,
tevekkülünden en ufak bir taviz vermeyen Hz. İbrahim (as)'ın durumu buna çok
güzel örnektir. Görünüşte bir insan için çok büyük bir azap olan ateş, Hz.
İbrahim (as)'a "soğuk ve esenlik" kılınmış, ona hiçbir zarar ve
sıkıntı vermemiştir. Sıkıntı, azap ve belanın ancak insanın kendi yanlış tutum
ve davranışlarının bir karşılığı olarak, bir ceza ya da uyarı olarak verildiği,
"Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı
dolayısıyladır…" (Şura Suresi, 30) ayetiyle bildirilmiştir. Yoksa Yüce
Rabbimiz Allah'tan gücü yettiğince korkan, her tutum ve davranışında Allah'ın
rızasını gözeten, dosdoğru davranan samimi bir mümin için azap söz konusu
değildir.
Dünyada imtihan olarak
karşısına çıkan zorlukların tümü müminlerin Allah'a duydukları saygıyı ve
korkuyu, cennete olan isteklerini daha da artırır. Çünkü mümin, bu zorlukların
hem denenmesi ve olgunlaşması için yaratıldığının, hem de güzel bir ahlak
sergilediği, sabrettiği ve Allah'a güvendiği takdirde ahiretini güzelleştirmek
için ecir fırsatı olduğunun bilincindedir. Nitekim tüm olaylara hayır gözüyle
bakmanın Allah'tan sakınan müminlerin bir özelliği olduğunu ayetlerde görürüz.
Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
(Allah'tan) Sakınanlara:
"Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu
dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Dünyada hayır içinde
yaşatılan müminin ölümü de güzel ve rahat olacak, ahiret hayatı meleklerin
karşılamasıyla başlayacaktır. Bunun devamında ise yine mümini rahatlık ve
kolaylık beklemektedir.
Kolay Bir Hesap
Müminler, ahirette kötü
hesapla karşılaşmaktan korktukları için hayatları boyunca hayırlarda yarışır,
Allah'ın sınırlarını titizlikle gözetirler. Müminlerin bu korkuları ayetlerde
şöyle tarif edilmektedir:
Adaklarını yerine getirirler
ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları
sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
"Biz size, ancak
Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne
bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den
korkuyoruz." (İnsan Suresi, 7-9)
Allah'tan ve O'na
verecekleri hesaptan korkanların Allah ahirette yüzlerini ağartır, onların
kitapları sağ yanlarından verilir ve korktukları hesap kendilerine
kolaylaştırılır:
Artık kimin kitabı sağ
yanından verilirse, o, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek, Ve kendi
yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 7-9)
Hesaba çekilmeleri
bittiğinde artık müminler cehennem azabından kurtulmuş olmanın mutluluğu
içindedirler. Ayette belirtildiği gibi yakınlarının yanına sevinç içinde
dönerler.
Sonsuz Bir Cennet Hayatı
Ama Rablerinden
korkup-sakınanlar; onlar için Allah Katında -bir şölen olarak- altlarından
ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar
için, Allah'ın Katında olanlar daha hayırlıdır. (Al-i İmran Suresi, 198)
Takva sahiplerine (Allah'tan
korkanlara) vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve
gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar
edenlerin sonu ise ateştir. (Rad Suresi, 35)
Dünyada hayatları
boyunca cenneti kaybetmekten, sonsuz cehennem azabına uğramaktan korkarak,
Allah'a karşı gelmekten sakınmış olan müminler, Allah'ın korkup sakınanlara
vaat ettiği mükafata kavuşmuşlardır. Artık, ebedi yurtlarına girmek üzere sevk
edilirler:
Rablerinden
korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya
geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki:
"Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona
girin." (Onlar da) Dediler ki: "Bize olan vaadinde sadık kalan ve
bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde
konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Zümer
Suresi, 73-74)
Cennete girecek
müminleri burada bekleyen bir sürpriz daha vardır ki, bu an onlara herşeyin
üzerinde bir mutluluk ve heyecan yaşatır: Rabbimiz’den kendilerine sözlü bir
selam...
Çok esirgeyen Rabb'dan
onlara bir de sözlü "Selam" (vardır). (Yasin Suresi, 58)
Allah cennetteki
müminlere şöyle hitab eder:
"Ey kullarım, bugün
sizin için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız." (Zuhruf Suresi, 68)
İnsanı yaratmış olan
Allah, onun neler isteyebileceğini ondan daha iyi bilmektedir ve bunları bir
mükafat olarak cennette mümin kulları için yaratacaktır. Nitekim nimetlerle
donatılmış olan cennet insanın düşünce sınırlarının çok üzerinde özelliklere
sahiptir. Daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği sayısız
nimetler müminlere sunulacaktır. Herşey ve her durum sonsuza kadar müminin tam istediği
gibi olacaktır:
... Rableri Katında her
diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur. (Şura
Suresi, 22)
Müminlerin cennette
yaşadıkları yerler, doğal güzellikler, yiyecekler, giyecekler, bulundukları
ortam, eşleri, kendilerini bekleyen nice sürprizler gibi cennetteki sonsuz
yaşama dair tüm ayrıntılar Kuran ayetlerinde tasvir edilmiştir.
Bir ayette de Allah'tan
korkanların içinde yaşadıkları ebedi hayat ile Allah'tan korkmayanların
karşılaştıkları korkunç son şöyle karşılaştırılmıştır:
Takva sahiplerine (Allah'tan
korkanlara) vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan
ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan
ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her
türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir
kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan'
kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)
Hiç şüphesiz ki,
vicdanlı bir kişinin yalnızca bu ayeti biraz tefekkür edip zihninde
canlandırması, Allah'tan gücü yettiğince korkması için yeterli olacaktır.
En Büyük Mükafat:
Allah'ın Ebedi Rızası
Allah, mü'min erkeklere ve
mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve
Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise
en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
Cennete giren müminlerin
duydukları en büyük manevi haz, Allah'ın bundan sonra kendilerinden razı
olduğunu, kendilerini sevdiğini, onlara hiçbir zaman gazaplanmayacağını,
ebediyen Allah'ın dostu olacaklarını bilmeleridir. Allah'ın rızasını kazanmış
olmak insana hiçbir maddi güzellikle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir
sevinç ve mutluluk verir. Nitekim cennet nimetlerini değerli kılan da Allah'ın
rızasıdır. Sunulan nimetler son derece değerlidirler, ama bunlardan daha
değerli olan alemlerin Rabbi olan Allah'ın ikramına layık görülmenin vermiş
olduğu zevktir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Ey mutmain (tatmin bulmuş)
nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın
arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
ALLAH KORKUSUNDAKİ EKSİKLİĞİN
NEDENLERİ
De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir?
Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir?
Ve işleri evirip- çeviren kimdir?
Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki:
"Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız?
(Yunus Suresi, 31)
Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir?
Ve işleri evirip- çeviren kimdir?
Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki:
"Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız?
(Yunus Suresi, 31)
Allah'ın yukarıdaki
ayetinde açıkça belirttiği gibi, yüzeysel bir inanca sahip olan insanlar,
kendilerine sorulduğunda Allah'a inandıklarını söyledikleri halde içlerinde
samimi bir Allah korkusu taşımazlar. Bunun en gözle görülür delili ise,
Allah'tan korkan bir insanın O'ndan sakınması ve her tavrının Kuran ahlakına
uygun olması gerekirken, bu insanların ne hal ve tavırlarında ne de
konuşmalarında Allah'tan korktuklarına ya da sakındıklarına dair bir alamet
görülmemesidir. Bu tutumlarının altında yatan belli başlı nedenler vardır.
Allah'ı Gereği Gibi
Takdir Edememeleri
Toplumun genelinde
kulaktan dolma bir din anlayışı yaygındır. Bu yüzden çoğu insan Allah'ı, dinin
gerçek kaynağında, yani Kuran'da ve Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde
bildirilen sıfatlarıyla, özellikleriyle tanımaz. Dolayısıyla O'nu gereği gibi
de takdir edemez. Oysa Allah bize Kendisi'ni, Kuran'da en doğru ve açık bir
biçimde tanıtmıştır.
Çoğu insanın Allah
hakkında bildikleri ailelerinden, akrabalarından ya da sağdan soldan
duyduklarından ibarettir. Bunun bir sonucu olarak da herkesin Allah hakkındaki
düşüncesi farklı farklıdır. İşin ilginç yanı insanların büyük bir kısmı, o güne
kadar çevrelerinden duyduklarının ve öğrendiklerinin yanlış veya eksik
olabileceğine ihtimal vermezler. Verseler de doğrusunu araştırmayı ve öğrenmeyi
önemli görmez. Bu ise onları cehennemle sonlanabilecek büyük bir yanılgıya
sürükleyebilir. Çünkü Allah'ı tanımamak, beraberinde O'nun pek çok sıfatının
sonucundan da habersiz olmayı getirir.
Bu tür insanlar Allah'ı
genelde affeden, yardım eden, rızık veren, lutfeden, nimet veren, koruyan,
merhametli olan gibi sıfatlarıyla düşünüp kendilerini rahatlatırlar. Oysa
Allah'ın intikam alan, azap veren, cezası şiddetli olan, kahredici olan
sıfatları vardır. Ancak söz konusu kişiler Allah'ın bu sıfatlarının kapsamını
bilmez; Rabbimiz’i bu sıfatlarıyla düşünemezler. Bu sıfatların kendi hareket,
davranış ve konuşmalarına bakacak olan yönlerini akıllarına getirmezler.
Allah'ın bazı sıfatlarını ismen bilseler bile, tam olarak ne anlama
geldiklerinden, bu sıfatların kendi sonsuz hayatlarına nasıl yansıyıp, etki
edeceklerinden habersizdirler. Ya da Allah'ın birçok sıfatını tek yönlü
düşünüp, bu sıfatların kendilerini de kapsayacağını düşünmezler. Örneğin
kendilerine bir haksızlık yapıldığında Allah'ın sonsuz adaletiyle ahirette bu
haksızlığın cezasını vereceğini düşünürler. Fakat Allah'ın ayetlerine gereği
gibi inanıp yerine getirmezlerse kendilerinin de Allah'ın azabı ile karşılık
göreceklerini düşünmezler.
İnsan Allah'a kul olsun
diye yaratılmıştır ama bu yaratılış amacını reddederse, mutlaka karşılığını
görür. İşte böyle büyük bir suça da büyük bir ceza gerekir ki, cehennem bu
adaleti yerine getirmek için vardır. Yaratılmış en kötü mekan olan cehennem,
insanın hayal gücünün alabileceğinden çok öte bir azap kaynağıdır. Dünyada
mümkün olan en büyük acılardan kat kat şiddetli acılar içerir.
Bahsettiğimiz türden
insanlar, vicdanlarına uymamalarından kaynaklanan gaflet ve şuursuzlukları
nedeniyle Allah'tan korkup sakınmazlar. O'nun gücünü ve kudretini, heybet ve
azametini gereği gibi algılayamaz, O'nun makamından ve büyüklüğünden, O'nun
gazabına maruz kalmaktan içleri titreyerek korkmazlar. Dolayısıyla Allah'ın
rızasını kazanmaya ve O'nun emirlerini ellerinden gelenin en fazlasıyla yerine
getirmeye çalışmazlar. O'nun yasaklarına uymaz, sınırsızca bir yaşam sürerler.
O'nun verdiği nimetler karşısında gereken saygı ve şükrü yerine getirmez,
Allah'a karşı sürekli bir nankörlük içinde bulunurlar. Sonuçta ise bu dünyada
korkusuzca geçirdikleri yaşamlarının bedelini, korku ve azap içinde
geçirecekleri sonsuz hayatlarıyla öderler.
İnkarcıların Yanlış
Ahiret İnancı
Cahiliye toplumundaki
pek çok insan, Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edemediği gibi, cennet ve
cehennem hakkında da pek çok eksik bilgiye ve batıl inanışa sahiptir. Bu
kişilerin bir kısmı dünya hayatından istedikleri kadar yararlanıp, Allah'a
isyan edip, bunun karşılığında da cehennemde kısa bir süre kalacaklarını, daha
sonra affedileceklerini zannederler. Ama kendilerini bekleyen son, tahmin
ettiklerinden çok daha acıdır. Çünkü cehennem kendilerine yapılan uyarıları
dinlemeyen azgın inkarcılar için sonsuza dek sürecek bir azap mekanıdır. Allah
cehennemin inkarcılar için yaratıldığını ve inkarda direnen kişiler için geriye
hiçbir dönüş olmadığını şöyle vurgulamaktadır:
Gerçekten cehennem, bir
gözetleme yeridir. Taşkınlık edip-azanlar için son bir varış yeridir. Bütün
zamanlar boyunca içinde kalacaklardır. (Nebe Suresi, 21-23)
Kaldı ki cehennem,
insanın hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıları yaşatan bir yerdir.
Şuurlu hiçbir insanın cehennem azabı gibi bir azabı göze alabilmesi mümkün
değildir. Cehennem, Allah'ın Kahhar (kahreden) sıfatının en şiddetli tecelli
ettiği ve dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu korkunç bir
ortamdır. Bir damla kaynar suya, biraz açlığa, soğuğa dayanamayan aciz insanın,
ferah ve umarsız bir şekilde böyle bir azabı göze aldığını söylemesi, ancak
şuurunun tam kapalı olduğunun bir göstergesi olabilir. Kendince Allah'ın
azabını hafife alan, rahatlıkla karşılayan bir kimse, baştan beri bahsettiğimiz
Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemeyen kimsedir.
Dünyada Kendilerine
Tanınan Süreye Aldanmaları
Allah dünyadaki imtihan
ortamının bir gereği olarak insanlara süre tanır. Yaptıkları hataları
düzeltmeleri için onlara uyarılar gönderir ve çeşitli fırsatlar verir. İşte
cahiliye insanlarının Allah'tan gereği gibi
korkmamalarının altında yatan bir başka sebep de budur; yaptıklarının
karşılığını o an görmemeleri... Çünkü genelde insanlar karşılığını hemen
akabinde alacakları konularda son derece hassastırlar. Şöyle bir örnek üzerinde
düşünelim:
Büyük bir şirkette iyi
bir maaşla çalışan bir kişiye önemli bir sorumluluk verilse ve bu sorumluluğu
başarılı şekilde yerine getirmediği takdirde şirketteki işine son verilecek
olsa acaba bu kişi nasıl bir gayret ve dikkat içinde olur? Sonucunda
uğrayabileceği kaybı bildiği halde bu işte herhangi bir gevşeklik ya da rehavet
içinde bulunabilir mi? Elbette ki hayır. Bu kaybı asla göze almak
istemeyecektir. Bunun için elinden gelen herşeyi yapacak, hatta gerektiğinde
kendi rahatından, uykusundan, diğer işlerinden feragat edecek ama o işi
başaracaktır. Çünkü bu kişi kendisini sıkıntıya sokacak bir sondan
korkmaktadır. Peki ama aynı insanlar acaba bunların hepsinden daha gerçek olan
Allah'a hesap vermeleri konusunda aynı korkuyu yaşarlar mı? Büyük çoğunluğu
yaşamaz. Çünkü bu insanlar ölümü ve ahireti o kadar yakın görmezler, onlara
göre içinde yaşadıkları hayat daha gerçektir.
Oysa bir ayette
insanlara belirli bir süre tanındığı şöyle açıklanır:
Eğer Allah, kazandıkları
dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı
üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar
ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi
kullarını görendir. (Fatır Suresi, 45)
Bu insanlar Allah'ın
razı olmayacağı bir şey yaptıklarında, o anda "başlarına taş yağması"
gibi bir azap gelmesini bekler, sonra da cahilce "nasıl olsa bir şey
olmuyor" mantığı ile taşkınlıklarına devam ederler. Bu sapkın mantığa her
dönemde yaşayan cahiliye toplumu insanlarında rastlanır ve Allah onların bu
cahilce düşünce yapılarını bize şöyle haber verir:
... Ve kendi kendilerine:
"Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azap etse ya." derler. Onlara
cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir.
(Mücadele Suresi, 8)
İman etmeyen ya da
yüzeysel bir inancı olan çoğu insan bu sapkın bakış açısına sahiptir. Oysa
yaptıklarının karşılıksız kalacağını ve bundan dolayı da kendilerinin sözde son
derece uyanık olduklarını düşünen bu insanlar, aslında bu azaba bilmedikleri
bir yönden yavaş yavaş sürüklenmektedirler:
Ayetlerimizi yalanlayanları
ise, onları bilmeyecekleri bir yönden derece derece (günahları yükletip azaba)
yaklaştıracağız. (Araf Suresi, 182)
Allah'ın ayetlerde
bahsettiği, açıkça görülebilen azaplar olabileceği gibi gizli azaplar da her an
insanı kuşatabilir. Öyle ki bu azap insanı daha dünyadayken de kuşatabilir.
Örneğin kişi Allah'ın razı olmadığı bir tavrı ya da ahlakı sürdürürken, amansız
bir hastalık kendisini içten içe sarıyor olabilir. Mutlaka fiziksel olması da
gerekmez, Allah'ın insanın kalbine vereceği bir korku, sıkıntı bile o kişiye
bulunduğu ortamı dar etmeye yeter. Allah korkunun bir ceza türü olduğunu
Kuran'da şöyle bildirir:
... Böylece Allah
yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. (Nahl
Suresi, 112)
Hiçbir insan, Allah'ın
hoşnut olmadığı bir hareket tarzı içindeyken üzerinde kendisine ansızın isabet
edebilecek bir bela dolaşmadığından emin olamaz; Allah'ın hiçbir azabından
güvende olamaz. Allah bu gerçeği ayetinde haber vermiştir:
O ülkeler halkı, geceleri
uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
Ya da o ülkeler halkı,
kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden
güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın
bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca)
güvende olmaz. (Araf Suresi, 97-99)
Aynı uyarı başka
ayetlerde şöyle geçer:
Kara tarafında sizi yerin
dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga
göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız.
Veya sizi bir kere daha ona
(denize) gönderip üzerinize kırıp geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz
nedeniyle sizi batırmasına karşı emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı
alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra Suresi, 68-69)
Unutmamak gerekir ki,
insan acizlik içinde olan, Allah'a sonsuz derecede muhtaç bir varlıktır.
İmtihan ortamı içinde tüm zorluk ve sıkıntıları ancak Allah'a dayanarak ve
O'ndan güç alarak göğüsleyebilir. Ama aczini kabul etmeyen ve Allah'tan
korkmayanlar, gizli açık tüm bu azap ve belalarla baş etmek durumundadırlar ki,
insan yaratılış olarak buna dayanabilecek güçte değildir. Bu yüzden gerek
dünyadaki, gerekse ahiretteki bela ve azaplardan kurtulmanın tek yolu Allah'tan
elinden geldiği kadar korkmak ve bu bilinçli tavır üzere bir yaşam sürmektir.
Azap Göreceklerin
Yalnızca Çok Azgın Kişiler Olduğunu Sanmaları
İnsanların birçoğu
ölümlerinden sonra Allah'ın, kendilerini yaşadıkları hayattan hesaba
çekeceğinden ve bu hesabın sonucunda cennete ya da cehenneme
sevkedileceklerinden haberdar oldukları halde ahiretleri için bir hazırlık
yapmazlar. Nitekim bu insanların, ahiretin varlığına inandıklarını iddia
ettikleri halde, iman etmeyenlerden pek de farklı bir yaşantıya sahip
olmadıkları ve bundan da hiçbir tedirginlik duymadıkları görülür. İki tarafın
da yaşam tarzları, tavır ve davranışları, hırsları, tepkileri neredeyse
birbirinin aynıdır. Aradaki tek fark birinin Müslüman olduğunu iddia etmesi,
diğerinin ise böyle bir iddiasının olmamasıdır.
Hem Kuran'a inandığını
iddia eden hem de iman ettiği kitabın hükümlerine uymayan bu insanların
rahatlıklarının sebebi, kalplerinin temiz olduğu, zaten hiçbir kötülükte
bulunmadıkları iddiasında olmalarıdır. Dolayısıyla bunun temelinde yatan inanç
da, kendilerinin cehenneme gidebileceklerine asla ihtimal vermemeleri, başka
bir deyişle cennete gideceklerini kesin olarak görmeleridir.
Bu inancın bir özelliği
de, cehenneme gidecek olan insan modelini kendi mantıklarına göre belirlemiş
olmaları ve diğer insanları da cennet ehli ilan etmeleridir.
Onlara göre cehennemlik
olan insanlar, çoğunlukla televizyonda seyrettikleri ve gazetelerde okudukları
katiller, hırsızlar, teröristler ve insanlara zarar verme peşinde koşan
dengesiz kişilerdir. Bunun dışında kalanlar ise hemen her günahlarının
affedileceğini sandıkları, halkın arasında çoğunluğu oluşturan sıradan
insanlardır. Kendi aralarında belirledikleri bu ölçüler, adam öldürmediklerine,
hırsızlık yapmadıklarına ve terörist olmadıklarına göre, kendilerinin cennet
halkından oldukları zannını doğurur. İşte kendilerini Müslüman kabul ettikleri
halde her türlü günahı işleyebilmelerinin, ibadet etmemelerinin, Kuran'ı
yaşamamalarının ve Allah'ın sınırlarından uzak bir hayat sürebilmelerinin ve
bundan da hiçbir korku ve tedirginlik duymamalarının altında yatan sebep budur;
bunların hiçbirinin cehenneme gitmek için bir sebep teşkil etmediği zannına
kapılmaları... Oysa bu kendilerini ateş çukuruna sürükleyen korkunç bir
yanılgıdır.
İçlerinde Allah korkusu
taşımayan cahiliye insanlarının Müslümanlık adına türettikleri kurallar,
Kuran'ın hükümlerinden ve Peygamberimiz (sav)'in bildirdiklerinden çok farklıdır. Örneğin Kuran'a göre çok
önemli olan ve Allah'ın uyulmasını kesin emrettiği bir konu, kendi yüzeysel
mantıklarına göre o kadar da fazla önemi olmayan, üzerinde durulmayacak bir
konu olarak değerlendirilir. Böylece kendi uydurdukları dinin ölçüleri
kendilerine, Allah korkusundan tamamen uzak batıl bir hayat modeli sunar. Allah
bir ayetinde bu insanların bozuk mantığına şöyle dikkat çekmiştir:
De ki: "Göklerden ve
yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren
kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz
yine de korkup-sakınmayacak mısınız? (Yunus Suresi, 31)
Bütün ömrü boyunca kendi
bildiği batıl dini uygulayan ve böylece gerçek dinin hiçbir hükmünü yerine
getirmeyen üstelik de bu şekilde cennete gireceklerini iddia eden bu tür
kişiler büyük bir aldanış içinde yaşantılarını korkup sakınmaksızın geçirirler.
Fakat her ne kadar kendilerini kandırsalar da vicdanları her fırsatta
kendilerine gerçeği hatırlatır. Kuran'ın gerçekleriyle karşılaşıp koskoca bir
ömrü günahlarla ve yanlışlarla geçirdiklerini öğrenmek istemedikleri için
kendilerine gerçek dini anlatan kişileri de kesinlikle dinlemek istemezler. Bu
konu üzerinde düşünmemek için bilinçli olarak başka konularla dikkatlerini
dağıtırlar. Başka bir deyişle, korkmalarına sebep olacak bir konu geçtiğinde ya
da akıllarına bir düşünce geldiğinde bunu hemen örtbas ederek eski
rahatlıklarına, gafletlerine geri dönmek isterler.
Allah'ı, O'nun tehdidini, O'nun azabını akıllarına getirmekten, diğer bir
deyişle Allah korkusundan sürekli bir kaçış içindedirler. Halbuki bu çok büyük
bir akılsızlıktır. Çünkü bu kaçış onları kendilerini bekleyen korkunç sondan kurtaramayacaktır.
"Allah Nasıl Olsa
Affeder" Şeklindeki Batıl Düşünceleri
Onların ardından yerlerine
kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan
(dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız"
diyorlar... (Araf Suresi, 169)
Ayette de dikkat
çekildiği gibi, insanların bir kısmı Allah'ın isteklerine uygun bir hayat
sürmemelerine rağmen yine de Allah'ın kendilerini affedeceği
düşüncesindedirler. Kuşkusuz bunun en temel sebebi Allah'ın sıfatlarını,
adaletini takdir edememeleri ve olayları Kuran mantığından uzak bir şekilde
değerlendirmeleridir. Elbette ki Allah affedecidir ve kullarının günahlarını
bağışlayıcıdır. Fakat bunun şartının ne olduğunu Allah Kuran'da şöyle
bildirmiştir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine
aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik
tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah
bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.
Tevbe, ne kötülükleri
yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe
ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı
bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)
Ancak Allah korkusundan
uzak olan insanlar gizli-açık sürekli uyarılmalarına, hakkı bilmelerine rağmen
"nasıl olsa Allah affeder" gibi çarpık bir mantıkla günahları
üzerinde ısrarlı davranırlar. Oysa bu, şeytanın insanları aldatmaya çalıştığı
konulardan biridir. Şeytan böyle bir kandırmaca ile insanları her türlü günaha
ve sahtekarlığa peşi sıra sürükler.
Dahası Allah bir başka
ayette, "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic
Suresi, 28) ifadesiyle insanlardan hiç kimsenin böyle bir garantisinin
olmadığını açıkça belirtmiştir.
Kendilerini Cennete Layık
Zannetmeleri
Kuşkusuz Kuran'dan uzak
çarpık bir din anlayışının doğurduğu ahiret inancı da çarpık olacaktır. Nitekim
cahiliye insanlarının büyük bir bölümünün ortak özelliği kendilerini cennet
ehli olarak görmeleridir. Birçoğunun öldükten sonra, yaptıklarından sorguya
çekileceğine pek kanaati yoktur. Kendilerince böyle bir ihtimal olsa bile, yine
de iyi bir sonuçla karşılaşacaklarını düşünür ve böylece kendilerini kandırıp
rahatlatırlar.
Allah bu garip kendinden
eminliğe Kuran'da bir bağ sahibinden örnek vererek dikkat çekmiştir. Ayetlerde
bildirildiği gibi, Allah'tan korkmayan bağ sahibi malca zengin olmasından
kaynaklanan, kendinden son derece emin bir şımarıklık içindedir. Bahçesinin
verimli olması ve görünümünün güzelliği onun kendine olan güveninin temel
dayanağıdır.
Bağlarının güzelliğini
ve bereketini gördüğünde güçlü olmak için Allah'a ihtiyacı olmadığı gibi son
derece cahilce bir zanna kapılmış ve şöyle demiştir:
Kendi nefsinin zalimi olarak
(böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını
sanmıyorum" dedi.
"Kıyamet-saati'nin
kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz
bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 35-36)
İşte bu bağ sahibi,
aslında, ahireti ve hesap gününü akıllarından çıkararak her türlü taşkınlığı ve
sınır tanımazlığı işleyen, daha sonra da sonsuza kadar yok olma ya da cehenneme
gidip azapla karşılaşma düşüncesinin dehşeti karşısında, nasılsa cennete
gideceği avuntusuyla kendisini kandıran günümüz insanına da bir örnektir. İşine
gelmediği anda kıyamet saatini inkar eden, işine gelince de kendi aklınca
cennetlik olduğunu düşünen bu şuursuz zihniyete sahip olanların elbette ki
içlerinde Allah korkusu yoktur.
Allah'ı Sevdiğini
Söylemeyi Yeterli Sanmaları
Bazı insanların
Allah'tan sakınmamalarının ve gereği gibi korkmamalarının altında yatan bir
başka sebep de, Allah'ı sevdiklerini söylemeleri fakat bu konuda samimi
davranmamalarıdır. Çünkü gerçek sevgi beraberinde saygıyı ve Allah'ın
beğenmediği şeylerden sakınmayı da getirir. Fakat ilginç olan, bu insanların
yaşamlarına ve hareket tarzlarına bakıldığında buna dair hiçbir alamet
görülmemesidir. Çünkü samimi olarak Allah'ı seven bir insan herşeyden önce
O'nun sınırlarına son derece titizlik gösterecek, O'nun sevip beğendiği şeyleri
sevecek, beğenmediği, kınadığı, sakındırdığı şeylerden şiddetle sakınacaktır.
Bu sevgisini, ölene dek yaşamının tüm detaylarında O'nun rızasını arayarak,
O'na olan derin saygısı, güveni, boyun eğiciliği ve sadakatiyle gösterecektir.
Yoksa bunun dışında sadece sözlü olarak sevgi iddiasında bulunmak ancak
Allah'ın sınırlarını aşarak pervasızca bir yaşam sürmek, kuşkusuz samimiyetten
son derece uzak bir tavır olacaktır. Ve elbette ki bu samimiyetsizlik
karşılıksız kalmayacak, çok büyük bir hüsrana uğrayacaktır.
Şu husus çok önemlidir:
Allah'ın hükümleri son derece açıkken ve cehennemin varlığı kesin bir
gerçekken, bir insanın sadece sözlü bir sevgi ifadesini yeterli görmesi,
kendini kendince temize çıkarıp vicdanını rahatlatmaktan başka bir amaç
taşımaz. Bu ise Kuran mantığı ve ruhuyla taban tabana zıt bir tutumdur.
Samimi Müslümanlar
Allah'tan korkarlar ve Rabbimiz'in hükümlerini titizlikle yerine getirmeye
çalışırlar. Bunun en güzel örneklerinden biri de Peygamberimiz (sav)döneminde
yaşamış olan Müslüman kadınlardır. O dönemde mümin kadınlar Yüce Allah’ın
tesettür konusundaki emrini büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, hemen
itaat etmişlerdi. Tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman
kadınların güzel tavırlarıyla ilgili olarak Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)'dan
şunlar rivayet edilmiştir:
“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar”
ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.” (İbn-i
Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
Nitekim onlardan sonra
gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir.
Cahiliye Korkusu ile
Korkmaları
Allah insanın her türlü
halini, kusurlarını, aklından geçenleri, dualarını bilmektedir. O halde
yapılması gereken şey Allah'a samimiyetle yönelip O'nu dost edinmektir. Allah'a
karşı duyulması gereken içli korku, insanı teslimiyetli ve güzel ahlaklı hale
getirerek onu Allah'ın sevgisini kazanmaya, Allah'a yakınlaşmaya teşvik eder.
Cahiliye insanlarının
korkuları ise daha farklıdır. Onların
duydukları korkular geçicidir. Bir sıkıntıyla karşılaştıkları zaman
Kahhar olan Allah'ın azabını hatırlar, onunla karşılaşmaktan korkarlar. Ama
Allah bir deneme olarak onları kurtardığında tekrar eski inkarlarına geri
dönerler. Kuran'da bu konuyla ilgili şöyle bir örnek verilmiştir:
Karada ve denizde sizi gezdiren
O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu
yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip
çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla)
gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar
(muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan
bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız." Ama
(Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar.
Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya
hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size
haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 22-23)
Görüldüğü gibi, cahiliye
insanlarının korkuları onlara bir fayda sağlamaz. İman edenlerin aksine,
karşılaştıkları olaylardan öğüt alıp düşünmezler. Nitekim Allah ancak "içi
titreyerek korkan"ların öğüt alabileceklerini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Allah'tan 'İçi titreyerek
korkan' öğüt alır-düşünür.
'Mutsuz-bedbaht' olan ondan
kaçınır. (Ala Suresi, 10-11)
İşte cahiliye insanları
yukarıdaki ayetlerde bildirilen ikinci gruptandır. Yani Allah'a karşı derin ve
içli bir korku duymadıkları için karşılaştıkları olaylar onları doğruya
ulaştırmaz. Allah Kuran'da bu insanların tutumunu daha pek çok ayetiyle haber
vermiştir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
De ki: "Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek
misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi
kimdir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de
sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin
melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi
korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse
nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik,
ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
ALLAH'TAN KORKMAYAN İNSAN
NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?
Güzel bir ahlaka sahip
olabilmek ancak Allah'tan korkmakla ve O'nun emirlerine kesin olarak boyun
eğmekle mümkündür. Bir insanın güzel ahlaka sahip olması ve bunu kararlılıkla
sürdürebilmesi için, güçlü bir Allah sevgisi ile birlikte güçlü ve derin bir
Allah korkusu taşıması gerekir. Allah'tan gereği gibi korkabilmek ise, Allah'ın
büyüklüğünü, şanını ve azametini, üstün makamını, sonsuz ilim ve kudretini,
kulları üzerindeki kayıtsız şartsız güç ve hakimiyetini, dilediğini dilediği
gibi gerçekleştirebileceğini sürekli akılda tutmak ve tefekkür etmekle,
Allah'ın vaadine, tehdidine, hesap gününe, cezasının şiddetine, cehennem
azabının sonsuzluğuna ve korkunçluğuna kesin olarak iman etmekle mümkündür. Bu
iman, güçlü bir Allah korkusunu doğurur. Bu korku da insanın tüm tavır ve
davranışlarını, hareket ve konuşmalarını Allah'ın beğendiği, hoşnut olduğu
ahlak doğrultusunda düzenlemesini sağlar. Allah'tan korkan kişi O'nun
sınırlarını korumaya karşı derin bir hassasiyet içinde olur.
Allah'tan korkmayan
insanlar ise, Allah'ın beğenmediği her türlü tavrı gösterebilirler. Allah'a
hesap vereceğini unutmuş bir insanın dürüstlük göstermesi, insanlara
fedakarlıkta bulunması, adil ve namuslu olması, kısacası güzel ahlaklı olması
için hiçbir nedeni yoktur. Onun tüm ahlakını yalnızca kendi kişisel hırsları ve
çıkarları şekillendirir. Ve ölümlü insanlara güzel ahlak göstermenin onun için
bir anlamı olamaz.
Bu bakış açısının bir
sonucu olarak kişinin kendi çıkarları uğruna yapmayacağı şey yoktur. Allah'ın
kadrini gereği gibi takdir edemediğinden Allah'ın azabı onun için caydırıcı bir
unsur olmaz. Allah'tan korkmadığı ve karşılık göreceğini düşünmediği için haddi
aşmada, insanlara zalimce bir tavır göstermede hiçbir sınır tanımaz ve
alabildiğine azgın bir karakter sergiler. Allah'ın azametini ve intikam
alacağını aklına getirmediği için rahatlıkla Allah'ın sınırlarını aşar.
Bu nedenlerden dolayı
Allah korkusu olmayan insanlar, her türlü günaha ve ahlaki bozukluğa
açıktırlar. Hem Allah'ın dinine uymazlar, hem de zalimce bir tavır göstererek
diğer insanları da Kuran ahlakından uzaklaştırmaya çalışırlar. Dinin sunduğu
güzel ahlakın yaşanmasına kesinlikle tahammül edemezler. Elbette bu insanlar
dünyada işledikleri zulümlerin karşılıklarını ahirette göreceklerdir. Allah
Kuran'da bu insanları ve uğrayacakları sonu şöyle haber vermiştir:
Şüphesiz, inkar edenler ve
Allah yolundan alıkoyanlar gerçekten uzak bir sapıklıkla sapmışlardır. Gerçek
şu ki, inkar edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları
bir yola da iletecek değildir. Ancak, onda ebedi kalmaları için cehennem yoluna
(iletecektir.) Bu da Allah'a pek kolaydır. (Nisa Suresi, 167-169)
Bu bölümde Allah'tan
korkmayan zalim insanların Kuran'da tarif edilen belli başlı çarpık karakter
özellikleri incelenecektir.
Şeytanla Olan Benzerlik:
Şuursuzluk
Allah'ın varlığını ve
gücünü bildikleri halde, Allah'ın dilediği biçimde davranmayan, O'ndan gerçek
manada korkmayan insanların durumu şeytanın durumuyla benzerlik taşır. Şeytanın
sürekli telkini ve etkisi altında bulunan bu kimseler, neredeyse şeytanla aynı
tür bir zihniyet ve ruh hali içine girmişlerdir. Bu ortak ruh halinin en
belirgin özelliği ise şuursuzluktur. Yani insanın bildiği ve gördüğü bir gerçek
karşısında vermesi gereken mantıklı tepkiyi, göstermesi gereken en akılcı tutum
ve davranışı, ruh halini değil, göz göre göre çarpık, dengesiz ve kendi
zararına sonuçlanacak tepki ve davranışı göstermesidir. Bu çarpık davranış
tarzının en somut örneğini şeytanın Allah'a başkaldırmasında görürüz. Kuran'da
bu olay tüm insanlar için bir ibret vesilesi olarak aktarılır.
Allah Hz. Adem (as)'dan
önce melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih
ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem (as)'ı yarattı ve meleklere
ona secde etmelerini emretti. Melekler Allah'ın emrine gönülden itaat ederek
Hz. Adem (as)' secde ettiler. Ancak meleklerin arasında bulunan ve cinlerden
olan İblis, Allah'ın bu emrine başkaldırarak O'na isyankar oldu. Çünkü
kendisinin Hz. Adem (as)'dan daha üstün olduğuna inanıyordu. Bu kibiri
yüzünden, Allah kendisine, "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde
etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı
oldun?" (Sad Suresi, 75) diye sorduğunda şöyle cevap vermişti:
..."Ben ondan daha
hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sad
Suresi, 76)
Allah'ın emrine karşı
böyle bir itaasizliğe cüret eden İblis'i Allah lanetledi ve kendisi için ebedi
cehennem azabı takdir etti. Kuşkusuz İblis'in bu isyanında akıl dışı ve tamamen
şuursuz bir ruh hali hakimdir. İblis Allah'ın varlığına bizzat şahittir. Öyle
ki, Allah'la konuşmuştur. Allah'ın sıfatlarını, gücünü ve sonsuz cehennem
azabını da çok iyi bilmektedir.
Şeytanın ve Allah
korkusundan uzak tüm insanların kötü ahlaktaki benzerliği burada gizlidir:
Allah'ın varlığını bildikleri halde O'nun hükmüne karşı gelebilmek ve
inkarcılardan olmak. Bu aslında son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü bu
bilgilere sahip olan şeytanın çok üstün bir imana ve korkuya sahip olması
gereklidir. Şuur seviyesi de aynı oranda yüksek olmalı, Allah'a son derece
itaatli ve saygılı olmalıdır. Oysa şeytan çirkin bir cüret ve cesaret
göstermiştir.
Hem Allah'ın varlığını
tanımak, O'nun sonsuz gücünü ve ilmini kabul etmek, hem de O'na kasıtlı olarak
isyan etmek açık bir şuurla izah edilemeyecek sapkın bir durumdur.
Bir ayette bu kişilerin
durumu şöyle tarif edilir:
De ki: "Göklerden ve
yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren
kimdir? Onlar: "Allah"
diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak
mısınız? (Yunus Suresi, 31)
Bir başka ayette ise
inkarcıların şuursuzca davranışları ve ruh halleri şöyle haber verilmiştir:
İnkar edenlerin örneği
bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin
anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar,
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (Bakara
Suresi, 171)
Bu insanların şuursuzca
inkar ettikleri konulardan biri de, yeniden diriliştir. Ancak yokken var
edilmiş ve öleceğini kesin olarak bilen bir insanın bir daha nasıl
diriltileceğini sorması kuşkusuz son derece hayret vericidir. Bir ayette,
insanların yeniden dirilişi inkar etmelerinin şaşırtıcı olduğuna şöyle dikkat
çekilir:
Eğer şaşıracaksan, asıl
şaşkınlık konusu onların şöyle söylemeleridir: "Biz toprak iken mi,
gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız?" İşte onlar Rablerine karşı inkara
sapanlar, işte onlar boyunlarına (ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar
-içinde ebedi kalacakları- ateşin arkadaşları olanlardır. (Rad Suresi, 5)
Gururlu ve Kibirlidir
Ona: "Allah'tan
kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır.
Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 206)
Allah korkusu olmayan
insanların en belirgin özellikleri boş bir kibir ve gurur içinde olmalarıdır.
Bunun temelinde kişinin kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp,
sahip olduğu bazı özelliklerin kendinden kaynaklandığını zannetmesi yatar. Oysa
bu son derece anlamsız bir düşüncedir. Çünkü insan son derece aciz ve pek çok
eksikliği olan bir varlıktır. İstediği kadar kendini üstün ve kusursuz
zannetsin, mutlaka yorulur, acıkır, susar, başı ağrır, uyumadan yapamaz, hasta
olur, yaşlanır ve eninde sonunda ölür, bedeni çürüyüp parçalanır.
Allah'ın büyüklüğünü,
herşeyi yoktan var ettiğini, insanlara sahip oldukları bütün imkan ve
özellikleri verenin O olduğunu, dilediği anda hepsini geri alabileceğini, tüm
canlıların ölümlü olduğunu, yalnızca Allah'ın varlığının baki olduğunu bilen ve
sürekli bunun bilincinde olan bir insanın, kibirli ve azgın bir tavır içinde
olması mümkün değildir. Ancak bunları kavrayamayan, eksikliklerini,
acizliklerini ve ölümlü olduğunu unutan, şuuru bulanık bir insan böyle bir şeye
cüret edebilir. Tıpkı Allah'ın Kuran'da insanlara bu konuda ibret olarak
aktardığı Karun gibi...
Karun'un Allah'tan
korkmadan azmasına ve kibirlenmesine sebep olan şey zenginliğidir. Mülkün
tamamının Allah'ın olduğunu ve dilerse hepsini geri alabileceğini unutmuş, bu
hazineleri kendisinin sahip olduğu bazı özelliklerinden dolayı kendince hak
ettiğini düşünmüştü:
Gerçek şu ki, Karun,
Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa
ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü
Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez."
"Allah'ın sana
verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın
sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama.
Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez."
Dedi ki: "Bu, bende
olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten
Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü
ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır.
Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 76-78)
Ayetlerde görüldüğü
gibi, Karun aynı ahlaktaki tüm insanlara ibret olarak daha dünyadayken
azaplandırılmıştır. Eğer iddia ettiği gibi bir güç sahibi olsaydı kuşkusuz önce
kendini bu azaptan kurtarırdı. Ancak ne bilgisi, ne hazineleri, ne de topluluğu
ve itibarı onu Allah'ın gazabından koruyamamıştır:
Sonunda onu da, konağını da yerin
dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı.
Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde
olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından
dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah,
bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten
inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)
Karun'un durumu, Allah
korkusu taşımadıkları için büyüklenme tutkusuna kapılan ve kendilerini acıklı
bir sona sürükleyenlere apaçık bir örnek teşkil etmektedir. Ahiretteki güzel
sonucun ise ancak büyüklenmeyen takva sahiplerine ait olduğu bir ayette şöyle
bildirilmektedir:
İşte ahiret yurdu; Biz onu,
yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan)
kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
Kıskanç ve Saldırgandır
Allah korkusundan uzak
insanlar içlerindeki kibiri öyle büyütüp beslemişlerdir ki, iyi olan herşeye kendilerince
yalnız kendilerinin layık olduğunu düşünür, bu yüzden de başkalarının sahip
oldukları üstünlükleri kıskanırlar. Bu konuyla ilgili Allah, Kuran'da ibret
olarak Hz. Adem (as)'ın iki oğlu
arasındaki olayı anlatmıştır:
Onlara Adem'in iki oğlunun
gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban
sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.
(Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim."
(Öbürü de:) "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder."
"Eğer beni öldürmek
için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak
değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
"Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin
halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur." Sonunda nefsi ona
kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu
öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. (Maide Suresi, 27-30)
Allah korkusu olan bir
insan nefsinin kötülüklerinden sakınır. Bunun dışında hiçbir korku insanda,
kendi olumsuz özelliklerini köklü bir şekilde düzeltme isteği ve gayreti
doğurmaz. Bu nedenle yukarıdaki ayetlerde de açıklandığı üzere Allah'tan
korkmayan kardeşlerden biri nefsinin sınır tanımaz kötülüklerine kendini teslim
etmiştir. Kardeşine karşı olan rekabet duygusundan ve kendi kurbanının kabul
edilmemesinden kaynaklanan kıskançlık ve öfkesi yüzünden, bir anda öz kardeşini
öldürmeye kalkışabilecek bir duruma girmiştir. Bu örnek, nefsine uymanın ve
Allah'tan korkmamanın insana neler yaptırabileceğini, ne kadar korkunç bir hale
sokabileceğini gösteren önemli bir ibrettir.
Allah'tan korkmayan
insan, nefsine dokunan bir olayda, sırf kendi nefsinin istekleri için
karşısındakilere maddi ve manevi zarar vermekten asla çekinmez. Kıskançlık aynı
zamanda şeytanın karakterinin de temel özelliğidir. Şeytan da Allah'ın
huzurundan kovulduğunda, Hz. Adem (as)'a
karşı olan kin ve kıskançlığı tümüyle ortaya çıkmış ve var gücüyle onun
soyundan gelecek insanları cehenneme sürükleyeceğine dair yemin etmiştir. Ne
var ki bu yemini yine ancak kendi yandaşları ve dostları için geçerlidir. Yüce
Allah'tan korkup sakınan samimi müminler üzerinde ise hiçbir etkisi yoktur.
Müstağnidir
"Müstağni",
hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü kusur, eksiklik ve sorundan uzak
demektir ve bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. İnsanlar ve diğer tüm canlılar da
Allah'ın yarattığı ve her an O'nun dilemesiyle yaşamlarını sürdüren, birçok
acizlik ve ihtiyaç içinde olan varlıklardır. Ancak başta da belirttiğimiz gibi,
Allah'tan korkmayan insanlar, akıl ve şuurları kapandığı için Allah'a karşı
acizlik içinde olduklarını görmezden gelirler. Kendi akıllarını beğenirler ve
eksik ya da hatalı olabileceklerini düşünmezler. Kendilerinden son derece emin
oldukları için de günaha girmekten sakınmaz, endişe duymazlar. Allah Kuran'da,
bu zihniyetin sonucunun "azgınlık" olacağını bildirmiştir:
Hayır; gerçekten insan,
azar.
Kendini müstağni
gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)
Bu insanlar kendilerini
herşeyden müstağni gördükleri gibi yaptıklarının cezasını görmekten, bela ve
azapla karşılaşmaktan da cahilce kendilerini uzak görürler. Bu nedenle
azgınlıklarını ısrarla ve şuursuz bir cesaretle sürdürürler.
Allah'ın bir denemesi
olarak nimetlerde bir artış olursa azgınlıkları iyice pekişir. Halbuki bu,
Allah'ın onlar için hazırladığı bir denemedir. Ve azgınca yaşadıkları süre
arttıkça, cehennemde görecekleri azabın şiddeti de aynı oranda artacaktır:
Onların malları ve evlatları
seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve
canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe
Suresi, 85)
Onlar bu gerçeğin
farkında olmadıkları için, Allah'ın denemek için verdiği güç ve imkanların,
kendilerini Allah'ın azabından koruyabileceği gibi bir yanılgıya düşerler.
Örneğin, sağlam ve lüks bir arabanın kendilerini kazadan, yaralanmaktan ya da
ölümden, sağlam bir binanın ise depremlerden, felaketlerden, saldırılardan
koruyacağını düşünürler. İnsan elbette korunabilmek amacıyla sağlam bir binada
oturabilir. Ancak dünyanın en sağlam binası bile yeri geldiğinde büyük bir
felaket karşısında yıkılabilir. Bunun
gibi söz konusu insanlar, sahip oldukları imkanlarla alacakları diğer pek çok
tedbirin kendilerini her türlü tehlike ve beladan koruyabileceğini, sağlıkları
ve bedenleri ile ilgili alacakları her türlü önlemin kendilerini sarsılmaz
kılacağını sanırlar.
Oysa bu, tamamen
sonuçsuz bir çabadır. Tek bir virüs bile Allah'ın azabını bu insanlara taşımaya
yeterlidir. Ya da beyinlerindeki tek bir kılcal damarın çatlaması bu kişilerin
sonsuza kadar yaşayacakları azabın başlangıcı olabilir. Hiç kimse ve hiçbir
güç, bir insanı Allah'ın gazabından koruyamaz. Allah bu gerçeğe; "...
Benim gazabım, kimin üzerine inerse, muhakkak o, tepetaklak düşmüştür." (Taha
Suresi, 81) ayetiyle dikkat çekmiştir.
Allah'tan korkmayan
kimseler kendilerini ölümden bile müstağni görürler. Bu insanlar için, yakın
çevrelerinden henüz yaşı genç bir insanın ölümü ya da makam-mevki, kültür
seviyesi gibi konularda kendilerinden üstün gördükleri bir insanın ölümü ani ve
beklenmedik durumlardır. Bu kişinin özellikle, bir kaza ya da ağır bir hastalık
sonucu ölmüş olması, genç ve sağlıklı görülen bedeninin tanınamayacak, hatta
bakılamayacak hale gelmesi, ölümü unutmak isteyen bu tip insanlara büyük bir
darbe olur.
Belki de daha bir-iki
gün önce beraber oldukları bir insanı, hurda şeklinde yol kenarına çekilmiş bir
arabanın kenarında, yerde tanınmayacak şekilde yatarken görmeleri, daha sonra
da siyah bir naylon torbanın içine konulup fermuarının boydan boya çekilmesi,
unutmaya çalıştıkları birçok şeyi akıllarına getirir. Kendilerine hem yaş, hem
hayat tarzı, hem de ruh hali olarak çok benzeyen bir insanı, etrafına üşüşmüş
bir kalabalık tarafından yolda yatan cesedi seyredilirken görmek, kalplerini
kendi ölümlerine ve ahiretlerine hiç hazırlık yapmamış olmanın verdiği korkuyla
doldurur. Çünkü belki de bir-iki gün öncesine kadar üzerindeki kıyafetlerle
insanlara hava atan, bütün amacının mesleğinde en üst seviyeye gelmek olduğunu
ve din ile ilgilenecek vakti olmadığını anlatan ya da ahiret konusunda alaycı
espriler yapan bu tanıdıkları, şimdi çok farklı bir durumdadır. Görevliler yola
saçılan ve parçalanmış olan gözlüğünü, ezilen ayakkabılarını veya marka olduğu
için hava attığı diğer eşyalarını süpürerek çöpe atarlar. Oldukça beğendiği
vücudunun kokmaması için hemen morga kaldırılan ve orada diğer ölülerin
bulunduğu soğuk dolaba bırakılan bu insan, bir iki gün içinde de beyaz bir
bezin içine sarılarak kendisi için açılan çukurun içine atılır.
Ancak çoğu kişinin,
yakını olan bir insanın ölümünden ve bu durumunu görmekten duyduğu korku, çok
kısa sürer. Aradan az bir süre geçmeden umursuz ve pervasız zihniyetlerine
yeniden geri döner ve ölümü yine kendilerinden uzak görmeye başlarlar. Etraflarında
sürekli ölen insanları görmelerine, ahiretin varlığını bilmelerine,
bedenlerinin de gitgide yıpranmasına ve ölüme adım adım yaklaşmalarına rağmen
Allah'tan korkup sakınmadıkları için ölümü ısrarla düşünmez kendilerinden uzak
görürler. Bu yüzden de çok kısa süreleri kalmasına rağmen kendilerine çeki
düzen vereceklerine, kendilerini Allah'ın dilediği biçimde düzelteceklerine,
daha kalın bir gaflet perdesine bürünürler.
Dünyevi Korku ve
Endişelerle Doludur
Allah inancına ve
korkusuna sahip olmayan insan için tüm dünya kaos ve belirsizliklerden oluşur.
Herşeyin tesadüfler sonucu geliştiğini, etrafında olup biten olayların da
başıboş işlediğini sanır. Bu durumda hiçbir zaman gerçek bir emniyet ve huzur
duygusu yaşayamaz. Çünkü her an başına bir şeyler gelebilir, onu üzecek,
yıpratacak, zarar verecek olaylar gelişebilir. Gelecekle ilgili sayısız
endişeleri ve korkuları vardır. Örneğin amansız bir hastalığa yakalanabilir,
tüm parasını kaybedebilir ya da sevdiği bir insandan ayrılabilir. Veya hiç
ummadığı felaketler kendisinin ya da yakınlarının başına gelebilir. Tüm bu
muhtemel olayları kontrolsüz zannettiği için her birinden ayrı ayrı endişe ve
tedirginlik duyar. Her birini kendi kontrolü altına almanın mümkün olmadığını
da bildiği için büyük bir çaresizlik ve ümitsizlik içine düşer.
Etrafında kendisini
ezmeye, alt etmeye çalışacak sayısız rakipleri vardır. Bunlarla başa
çıkabilmesi mümkün değildir. İnsanların kendisi hakkında ne düşündüğüne kadar
herşeyi tek tek hesaplamak zorundadır. Bu, ona tarifsiz bir gerilim ve stres
yaşatır.
Oysa yalnızca Allah'tan
korkan bir insan saydığımız bu korkuların hiçbiriyle muhatap olmaz. Allah
korkusu ve iman bu korkuların hepsini ortadan kaldırır. Herşeyin sahibinin ve
yaratıcısının Allah olduğunu, olayların Allah'ın kontrolünde ve çizdiği kader
doğrultusunda geliştiğini, Kendisi'ne inanıp güvenen kullarını Allah'ın koruyup
kollayacağını bilmek iman eden bir insanı her türlü korku ve bağımlılıktan
özgürlüğe kavuşturur. Bir ayette şöyle buyrulur:
Allah (ortak koşanlar için)
bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok
ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu
ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar.
(Zümer Suresi, 29)
Allah'a iman etmeyen,
dolayısıyla Allah'tan korkmayan insanlar milyonlarca farklı korku yaşarlar. Bu
insanlar, insanlardan korkup, çekinirler de bir tek Allah'tan korkmazlar.
Allah'ın huzurunda hesaba çekilecekleri anı asla akıllarından geçirmez ama işyerinde
kendilerinden daha üst mevkideki bir insana, eşlerine, annelerine, babalarına
bunun gibi birçok insana verecekleri hesaptan titizlikle sakınırlar.
Yalnızca Allah'a
yöneltilmesi gereken korku hissi O'nun yarattıklarına duyulduğunda bu korku
kişinin tüm tavır ve davranışlarını da etkileyerek kendisini son derece
aşağılık bir konuma sokar. Çünkü kendisinden gerçekten korkulmaya layık olan
tek varlık Allah'tır. Mutlak gücün sahibi O'dur, herşey O'nun dilemesi ve
kontrolü altındadır. Allah'ın bilgisi, ve izni dışında hiçbir şey
gerçekleşemez. O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir şey insana zarar veremez.
Dolayısıyla Allah'tan başka korkup sakınılması gereken varlık yoktur.
Başta da belirttiğimiz
gibi, Allah'tan değil de başkalarından korkan insanlar, Allah'ın yarattıklarını
Allah'tan bağımsız bir güç ve irade sahibi olarak görürler. Allah'ı bırakıp
O'nun yarattıklarından medet ummak gibi büyük bir yanılgıya düşerler. Bu
beklentilerinin karşılığını hiçbir zaman alamadıkları gibi ömürleri
aşağılanarak ve ezilerek geçer. Allah'a kul olmakta kibirlenen, büyüklenen bu
insanlar aslında binlerce insanı razı etmeye çalışırlar.
Allah iman edenlere
kesinlikle insanlardan korkmamalarını, yalnızca Kendisi'nden korkmalarını
emretmiştir:
... Öyleyse insanlardan
korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın...
(Maide Suresi, 44)
... Onlardan korkmayın,
Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete
erersiniz. (Bakara Suresi, 150)
Vicdansız ve Nankördür
Kuran'da Allah'tan korkup
sakınmayanların nankörlüklerine dair pek çok örnek vardır. Fakat bunların
içinde belki de en ayrıntılı olarak aktarılan örnek, İsrailoğulları'ndan bazı
kimselerin Allah'a ve peygamberlerine karşı gösterdikleri vicdansızlık ve
nankörlüklerdir. İsrailoğulları kimseye verilmeyen nimetlerle donatılmış,
kendilerine sayısız mucizeler gösterilmiş, aralarından peygamberler çıkmış bir
kavim olduğu halde, içlerindeki birtakım azgın kimseler bunlardan hiç
etkilenmemişlerdir. Hz. Musa (as) her defasında onları sabırla eğitmeye
çalışmış, ancak onlar "gerçek iman"a ve "Allah'a kul
olmaya" asla yanaşmamışlardır. Azabı görünce Allah'ın affına sığınmışlar,
Allah kendilerinden azabı kaldırınca ise yeniden zulme sapmışlardır. Allah
onları her affettiğinde, onlar yeniden inkara dönmüşler, hatta O'ndan başka
ilahlar edinmişlerdir. Peygamberleri inkarcılara karşı zorlu bir mücadele
içindeyken, İsrailoğulları içindeki münafıklar kendi arzu ve beklentilerini,
menfaatlerini ön planda tutmuşlar, hiçbir zaman samimi olarak Allah'a ve O'nun
dinine bağlanmamışlardır. Büyük bir nankörlük göstererek, peygamberleri Hz.
Musa (as)'ı mücadelenin en zorlu
anında tek başına bırakmış ve kendi canlarının ve çıkarlarının derdine
düşmüşlerdir. Bununla da kalmamış, son derece küstah ve nankörce tavır ve
ifadeler sergilemişlerdir:
Dediler ki: "Ey Musa
biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git,
ikiniz savaşın. Biz burada duracağız. (Maide Suresi, 24)
Görüldüğü gibi bu
insanlar içlerinde Allah korkusu taşımadıklarından, nefisleriyle çatışan bir
olay karşısında, derhal Allah'a ve peygamberine karşı nankör ve asi bir tavır
göstermişlerdir. Yüce Rabbimiz Allah'ın ve elçisinin daha önce, kendilerini en
zorlu düşmanları olan Firavun'un zulmünden kurtardığını, sayısız nimetler
verdiğini, onları sürekli imana ve ebedi kurtuluşa davet ettiğini bir anda
unutuvermişlerdir.
ALLAH'TAN KORKMAYANLARIN GÖRDÜKLERİ KARŞILIK
Dünyada Gördükleri
Karşılık
Allah Kendisi'nden
korkup sakınmayan insanlara dünyada gerek fiziki gerekse manevi sıkıntılar
yaşatır. Her ne kadar onlar açıkça görülen bir musibet bekleseler de, aslında
farkında olmadan maddi manevi sayısız musibetle içiçe bir yaşam sürerler.
Onları en çok yanıltan sebeplerden biri de herşeye rağmen birtakım nimetlere
hala sahip olabilmeleridir. Örneğin böyle bir kişi zengin olabilir ya da güzel
bir görünüme sahip olabilir. O, tüm bunlara aldanarak herşeyin yolunda
gittiğini zanneder ve taşkınlıklarına devam eder. Halbuki kendisi farkında
değildir ama yaptığı herşeyin Allah Katında an an hesabı tutulmaktadır.
Cehennemde ise tüm bunlar karşısına sonsuz bir azap kaynağı olarak çıkacaktır.
Allah insanları bu konuda şöyle uyarmıştır:
Artık sen onları, belli bir
süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine
verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım
ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 54-56)
Ama elbette bu
insanların hepsinin durumu bir değildir. Kimisinin de azabı dünyada başlar.
Hastalıklar, kazalar, sakatlanmalar, büyük maddi kayıplar, sevdiklerini yitirme
gibi sürekli bir kayıp içindedirler. Başlarına gelenlerin Allah'tan bir deneme
olduğunu düşünmedikleri ve tevekküllü olmadıkları için, karşılaştıkları her
sıkıntı onlar için azap olur. Allah hiçbir yönden işlerini rast getirmez. Daima
bir bereketsizlik ve terslik gibi görünen durumlar olur. Küçük büyük ne ile
ilgilenseler, hangi işe yönelseler hep maddi veya manevi zararla sonuçlanır.
Nitekim Allah Kuran'da onların bu durumlarını geçim sıkıntılı bir hayat olarak
nitelendirmiştir:
"Kim de Benim zikrimden
yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet
günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124)
Allah'tan korkmayan bir
insanın, sahip olduğu karanlık ruh hali yüzüne yansır. Yüzündeki nursuz ifade,
konuşmasındaki bozuklukla birleşince son derece tedirgin edici bir görünüme
bürünür. Kuşkusuz bu, manevi bir pisliğin ve çirkinliğin fiziksel görünüme
yansımasıdır. Allah ayette bunu "zillet" olarak tanımlamıştır:
Kötülükler kazanmış olanlar
ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp
kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri,
sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin
halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 27)
Bu insanların
uğradıkları gizli kayıplardan biri de akıllarının ve kavrama kabiliyetlerinin
ellerinden alınmasıdır. En basit gerçekleri bile kavrayamazlar. Örneğin içinde
bulundukları mutsuzluğun, huzursuzluğun, korku ve sıkıntı dolu ruh halinin
sebebini göremezler.
Kuşkusuz Allah'tan
korkmayan bir insanın başına gelebilecek azap türleri burada sayılamayacak
kadar çeşitlidir.
İnsanı Allah yaratmıştır
ve ona en acı verecek şeyleri de yine O bilir. İnsanın hiç tahmin edemeyeceği
yönlerden sıkıntılar yaratarak onu cezalandırabilir. Allah'ın gazabı bir ayette
şöyle haber verilmiştir:
... Allah'ın gazablanması,
elbette sizin kendi nefislerinize gazablanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz,
imana çağrıldığınız zaman inkar ediyordunuz. (Mümin Suresi, 10)
Hiç kuşkusuz şuuru açık
hiçbir insan, sonsuz güç ve kuvvet sahibi Allah'ın gazabını üzerine çekecek bir
ahlakı benimsemez. Kaldı ki insan o kadar zayıf yaratılmış bir varlıktır ki
çoğu zaman çok küçük ve sıradan sıkıntılara bile katlanamaz. Örneğin
bağırtacak, yalvartacak derecede bir acı insan için dayanılmazdır. Ama buna
gelene kadar, sırf bu çığlığı uzaktan duymak bile aslında insana tarifsiz bir
sıkıntı yaşatır. Çünkü insanın hem ruhu hem de fiziği acıya, korkuya, gerilime
son derece tahammülsüz bir şekilde yaratılmıştır. Biraz dar ve sıkışık bir
mekanda bulunmaya, tiksinti verici bir kokuya, biraz mide bulantısı ya da diş
ağrısına bile tahammülü yoktur. Üstelik bunlar bir azap çeşidi değil, dünyada
karşılaşılabilen son derece sıradan eksikliklerdir.
Bu açık gerçeklere
rağmen insanların çoğu gaflet ve şuursuzluklarından dolayı Allah korkusundan
uzak bir yaşam sürerler. Oysa bu insanların ruhlarına ve bedenlerine dünyada
tattırılan acılar cehennemde karşılaşacakları azapların çok küçük birer
yansımasıdırlar ve sadece ibret ve uyarı mahiyetindedirler. Ama bir ömrü,
Allah'ın sonsuz gücünü, kudretini göz ardı ederek geçiren bu insanlar,
kendilerine ölüm gelince Allah'ın azametini tüm şiddetiyle hissedecek ve
dünyadaki hiçbir korku ile kıyaslanamayacak, tarifi mümkün olmayan bir korkuya
kapılacaklardır. Kişisel azapların yanı sıra Kuran, Allah'ın Kendi Katından
gönderdiği azaplarla helak olmuş insan topluluklarının örnekleri ile doludur.
Bu insanlar Allah'ın sınırlarını tanımayarak başkaldırdıkları için onlar hiç
şuurunda değillerken ansızın büyük felaketlerle yok edilmişlerdir. Allah kimine
evlerini yerinden söken kasırgalar göndermiş, kimine içinde oturdukları
şehirleri yerle bir eden sağanaklar isabet ettirmiştir. Depremlerle nice insan
topluluklarını, mülkleriyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Kimini suda
boğmuş, kimini de püsküren lavların altında bırakarak taş haline getirmiştir.
Ahiretteki Durumları
İnsanların dünyada
geçirebilecekleri ortalama 60-70 sene gibi çok az bir zamanları vardır. Okul
yılları, iş hayatına atılma, para kazanıp iyi bir ev, araba sahibi olma, uygun
bir insanla evlenme, çoluk çocuk sahibi olma derken göz açıp kapayıncaya kadar
geçen elli senelik bir ömrün ardından kırışıklıklarla dolu bir derinin altında,
fiziksel işlevlerini büyük ölçüde yitirmeye başlamış bir insan kalır. Aşağı
yukarı bir beş on senelerinin kaldığını gören insanlar artık kendilerini ölüme
daha yakın hissetmeye başlarlar. Fakat işin ilginç yanı buna rağmen bazıları
şuursuz ve anlayışsız olmaya devam eder, kalan bu birkaç yıllarını da ölümü
fazla düşünmemeye çalışarak geçirmeye gayret ederler. Allah bu durumlarına
karşılık insanları şöyle uyarır:
Bize gelecekleri gün, neler
işitecekler, neler görecekler. Ama bugün o zalimler apaçık bir sapıklık
içindedirler. İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar;
onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar. (Meryem Suresi, 38-39)
Ancak sorumsuzca
geçirilen bu yaşamın ardından kolayca canlarını teslim edeceklerini ve huzur
içinde öleceklerini zanneden bu insanların ölümleri, hiç de onların
bekledikleri sakinlikte gerçekleşmez. Hissetmeden, kolaylıkla hayatı terk edip
ebedi uykularına yatacaklarını zannederlerken, hiç beklemedikleri bir anda
kendilerine vekil kılınan ölüm meleklerini karşılarında bulurlar. Ölüm
melekleri ise insanların yalvarmasına göre değil, Allah'ın emrine göre hareket
ederler. Birdenbire sırtlarında şiddetli bir darbe duydukları ve tarifsiz bir
acı hissederek meleklerin canlarını almaya geldiklerini gördükleri zaman
herşeyi anlarlar:
Melekleri, onların yüzlerine
ve arkalarına vurarak, "yakıcı azabı tadın" diye o inkar edenlerin
canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50)
İnkarcıların işlediği
suç çok büyük bir suçtur ve cezası bütün zamanlar boyu sürecektir. Bu kişilerin
kaçmaları, ölmeleri kısacası hiçbir şekilde kurtulmaları mümkün değildir. Çünkü
herşeyi yoktan var eden ve herşeyin gerçek sahibi olan, sonsuz bir güç ve ilim
sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan etmişlerdir.
Bu insanlar, dünyadayken
Allah'tan korkmazlar ama Allah buna karşılık ahirette onlara benzerini hiç
yaşamadıkları, tatmadıkları kadar büyük korkular yaşatır. Onlara özel olarak
hazırlanmış korkunç bir azap ortamı sunar. Sonsuza dek korku, dehşet ve gerilim
içinde kahreder:
(O gün) Zalimleri
kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da
üstlerine çöküvermiştir... (Şura Suresi, 22)
Korku ve dehşet hissi,
hızla tükenen bir ömrü Allah'tan korkup sakınmadan pervasızca geçiren bu
insanların artık sonsuza kadar peşlerini bırakmayacaktır. Çünkü Allah o zamana
dek "... onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne
ertelemektedir." (İbrahim Suresi, 42) Kıyamet ve hesap günü
yaşadıkları korku, şaşkınlıkla da karışık bir korkudur ve bu ruh hali Kuran'da
şöyle tarif edilir:
Sur'a üfürüleceği gün,
Allah'ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya
kapılmıştır ve her biri 'boyun bükmüş' olarak O'na gelmişlerdir. (Neml Suresi,
87)
Kıyamet günü insanlar
panik halinde çırpınırlarken gebe kadınlar da korkudan çocuklarını düşürürler.
Uğrayacakları azabın korkusunun şiddeti insanların akıllarını başlarından alır.
Ayetlerde insanların o günkü durumu şöyle haber verilir:
Ey insanlar, Rabbinizden
korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her
emzikli kendi emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir.
İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa
onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah'ın azabı pek şiddetlidir. (Hac Suresi,
1-2)
Ama korku, panik ve
dehşete kapılmaları kendilerine bir fayda sağlamaz. Kendilerine yardım edilmez.
Üstelik bu daha başlangıçtır. Hayal bile edemeyeceği kadar büyük ızdıraplar
çekecek, korkular yaşayacaklardır. Sonsuz güç ve adalet sahibi Allah, Muntakim
(intikam alan) sıfatının bir tecellisi olarak intikam alacaktır. Ağlamanın,
yalvarmanın, feryat etmenin, çırpınmanın, pişman olmanın, af dilemenin hiçbir
şeyin faydası yoktur. Kimse inkarcılara yardım edemez. Ne yaparlarsa yapsınlar
faydası yoktur; günahlarını itiraf etmeleri, sabretmeleri ya da sabretmemeleri
de bir şeyi değiştirmez. Allah bu ümitsiz çırpınışlara ayette dikkat çekmiştir:
"Girin ona; artık ister
sabredin, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla
cezalandırılıyorsunuz." (Tur Suresi, 16)
Bu duruma gelen kişiler
öyle bir açmaza girmişlerdir ki sonsuza kadar bir çıkış yolu bulamayacaklardır.
Oysa dünyada hayatları boyunca kendilerine sayısız hatırlatmalar, uyarıp
korkutan haberler gelmiştir. Yine önlerine sayısız imkan ve nimetler sunulmuş,
onlardan sadece vicdanlarını kullanmaları ve Allah'tan korkup sakınarak hareket
etmeleri istenmiştir. Ama cehennemde Allah'a yakaracak bu kişiler dünyadayken
kibirlerinden dolayı Allah'a yalvarıp yakarmazlar. Büyüklenir, ölümü ve ahireti
hiç hesaba katmazlar. Dünyadayken Allah'a karşı büyüklenmekten korkup
çekinmeyenler, kıyamet günü yüzüstü sürüklenerek azap yerlerine götürülürler.
Artık sonsuza dek hem fiziksel hem manevi olarak akıllarının alamayacağı kadar
şiddetli acılar yaşayacaklardır. İnkarcılar daha
dirilişle birlikte hemen kibirleri kırılmış, perişan duruma düşmüşlerdir. Ama
bu sadece başlangıçtır. Bölükler halinde cehenneme girdiklerinde cehennemin
kapıları üstlerine kapatılır ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle
karşılaşırlar. Ve sonra da ateşe atılırlar. Kuşkusuz dünyadaki hiçbir acı,
cehennem azabının şiddeti ile kıyaslanamaz. Allah'ın verdiği dayanılmaz azabın
bir benzeri yoktur. Bir ayette şöyle buyrulur:
Artık o gün hiç kimse
(Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse
vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)
Fiziksel acıların yanı
sıra manevi azaplar da bir yandan inkarcıları kahreder. Cehennemden Allah’ın
dilemesi dışında çıkamayacaklarını anlamanın verdiği ümitsizlik hissi bütün
ruhlarını kaplar. Bu arada sürekli horlanır, aşağılanır, rezil olur, küçük
düşerler. Ama çaresizdirler. Korku, dehşet ve ümitsizlik dolu bir sonsuzluk
kendilerini beklemektedir.
SONSÖZ
Şu anda cehennemin
kenarında olsanız ve oradaki zebanilerin cehennem ehline yaptıkları dayanılmaz
işkenceleri gözünüzle görseniz, cayır cayır yanan ateşin uğultusunu, cehennem
ehlinin çığlıklarını, kemiklerini çatırdatan inlemelerini, kahırla nefes alıp
vermelerini, bir kez daha dünyaya geri dönmek isteyen pişmanlık dolu yalvarışlarını
duysanız ve sonra tekrar dünyadaki yaşamınıza geri döndürülseniz acaba
hayatınızda neler değişirdi? Hiç kuşku yok ki içinizi tarifsiz bir korku
kaplar, bambaşka bir insan olurdunuz. Hayatınızı bütünüyle farklı
düzenlerdiniz. Etrafınızdaki insanların bu gerçeği göz ardı ettikleri için
büyük bir gaflet içinde olduğunu düşünür, olanca gücünüzle ahiret için
çabalardınız. Allah'a karşı günah olabilecek herşeyden şiddetle sakınırdınız.
Ahiret hayatınızı riske sokabilecek en ufak bir söz ya da davranış korkudan
içinizi titretir, hemen Allah'a yalvara yalvara, ürpertiyle dua eder,
bağışlanma dilerdiniz. Gördükleriniz, duyduklarınız bir an olsun aklınızdan
çıkmazdı, kendi sonunuz için aynı ihtimali düşünmekten Allah'a sığınırdınız.
Allah'ın sevgisini kazanmak,
O'nun azabından kurtulmak için malınızı, canınızı, tüm enerjinizi
kullanırdınız. Üstelik bunların hepsinde ölene dek sabırlı ve kararlı olur,
karşınıza bir zorluk çıksa bile bu size zorluk gibi görünmezdi. Kimse sizi
yolunuzdan çeviremez, Allah'ın rızasından taviz verdiremezdi. Her şart ve
koşulda, her durumda ahiretiniz için yapabileceğinizin en fazlasını yapardınız.
İnsanların, toplumların ne yaptıkları, nasıl bir hayat tarzını benimsedikleri,
hangi ideolojilerin peşinden koştukları sizi hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Her
halinizle ve her tavrınızla sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya
çalışırdınız. Allah'ın emir ve yasakları konusunda son derece titiz olduğunuz
gibi insanlara da bunu anlatır, her gördüğünüz kimseyi bu gerçekle uyarırdınız.
En büyük hedefiniz, tek amacınız Allah'ın dostluğunu kazanmak olurdu ve
kendinizi tamamen O'na teslim ederdiniz. Kuran’da bildirilen, "...
taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki
yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla
yuvarlanır..." (Bakara Suresi, 74) ayetindeki benzetmeyle vurgulanan
korkunun şiddeti sizin de üzerinizde tecelli ederdi.
Peki şu an cehennemi
görmemiş olmanız mı sizi gereği gibi korkup sakınmaktan ve buna göre yaşamaktan
alıkoyan? Oysa Allah cehennemin varlığını pek çok ayetinde haber vermekte,
cehennemi insanlara tüm detaylarıyla tanıtıp, ondan sakındırmaktadır. Kaldı ki
vakti geldiğinde cehennemi görmeyen insan kalmayacaktır. Allah bunu kesin
olarak haber vermiştir. Ancak ondan yalnızca Allah'tan korkup sakınanlar
kurtarılacak, diğerleri diz üstü çökmüş bir biçimde bırakılacaktır:
Sizden ona girmeyecek hiç
kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır. Sonra,
takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak
bırakıveririz." (Meryem Suresi, 71-72)
Ama unutmayın ki, orada
diz üstü çökmüş olarak kaldıktan sonra cehennemi görmenin insana bir faydası
olmaz. Çünkü orası artık geri dönüşü olmayan bir yerdir.
DARWİNİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim
teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı
olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin
hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 450 milyonu aşkın fosilin bulunmasıyla
çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği,
bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için
dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına,
taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar. Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer
pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam
ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte
yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi
eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak
19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına
göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi,
hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi
sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu. Darwin, teorisinin önündeki
zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların
teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak
gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını
birer birer dayanaksız bırakmıştır. Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları,
evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel
başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde
tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir.
Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve
eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi,
Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve
düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana
geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda
ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji
kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan
Gelir"
Darwin, kitabında
hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine
inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan
oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler
yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz
beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da
hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha
sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden
oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan
çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden
oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa
Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis
Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı
uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız
maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."
(Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York:
Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York,
Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin
geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından
çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence
on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir
sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life:
Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir
makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı
geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük
çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey
Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir. Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla
rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla
açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza
girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir
tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak
"0"dır. Bunun nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için
başka proteinlerin varlığının gerekmesidir ki bu durum, bir proteinin tesadüfen
oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek
bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir.
Konunun önemi açısından özetle açıklayacak olursak,
1.Enzimler olmadan
protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2.Tek bir proteinin
sentezlenmesi için 100’e yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir.
Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3.Proteinleri
sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4.Protein sentezleme
işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin
oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var
olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde
yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi
bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa,
500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç
bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya
çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu
gerçek, en temel amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça
geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen
"doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği
önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal
seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü
canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler
hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip
değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin,
The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University
Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar,
nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar
ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken
nesilden nesile boyunları uzamıştı. Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin
Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla
balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of
Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.
184)
Ama Mendel'in keşfettiği
ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları,
kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak
yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle
etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler ise bu
duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala
bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu
model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok
basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan
herhangi tesadüfi bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük,
rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia
ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin
bilimdışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden
var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren
uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci
içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri
kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da
sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını verirler. Eğer
gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve
çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu
şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim
doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)
Ancak bu satırları yazan
Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı.
Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin
Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory)
adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür
türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna
rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak
tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin
yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz...
Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? (Charles
Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog
(fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle
itiraf eder:
Sorunumuz şudur:
Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British
Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında,
tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır.
Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.
(Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s.197)
Fosiller ise, canlıların
yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan
ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia
edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların
sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri
üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu
tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New
York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The
Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt",
Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan
evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan
daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına
dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte
bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla
ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog:
Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı
dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207,
1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B.
Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge:
Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus
sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo
sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996) Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları
iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın,
Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile
paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da
ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar
inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl
araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly
Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana
uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç
bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani
somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan
sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda,
yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de
"insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif gerçekliğin
alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum
ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New
York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın
tesadüfen oluştuğunu iddia eder. Dolayısıyla bu akıldışı iddiaya göre cansız ve
şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında
aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir.
Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi
elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi
işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu
konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları,
ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin
Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda
büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen,
demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri
malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar
amino asit, istedikleri kadar da bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali
bulunmayan protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem
versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin
başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan
oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların
var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne
yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar.
Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları,
yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları,
portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya
gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek
bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron
mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen
profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat
bulur. Bunun aksini iddia eden evrim
teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı
iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği
açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki
Teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik
sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır.
Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez.
Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta
ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net
ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana
rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı
tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın.
Şu anda gördüğünüz netlik
ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir
görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş
televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe
ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta,
araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV
ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir
netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on
binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın? Gözün gördüğünden daha ilkel olan
bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü
görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç
kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için
de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla
dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen
en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın
senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız.
Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada
keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük
müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme
olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl
renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü
koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa,
burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur
kime aittir? Elbette bu şuur beyni
oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu
yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu
sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu
açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar
incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime
aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi
yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim
teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir
inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve
Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf
da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde
gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim
adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme
bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir
inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin
yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori'
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre
de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin,
"The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997,
s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi
içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin
içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine
materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler:
Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece
aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde
ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini
şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden
bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz
döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr
Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak
tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da,
inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle
insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve
Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında,
Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi
"bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde
karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as),
büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini
sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz atın"
dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi,
116)
Görüldüğü gibi
Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların
hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve
küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de
bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının
bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük
düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında
son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar,
eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve
"büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60
yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra
gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği
durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda,
geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına
ikna oldum. Gelecek kuşak,
bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul
edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of
Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43)
Bu gelecek, uzakta
değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah
olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük
aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü,
büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya
başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu
aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
ARKA KAPAK
Şu anda cehennemin kenarında olsanız ve
oradaki zebanilerin cehennem ehline yaptıkları dayanılmaz işkenceleri gözünüzle
görseniz, cayır cayır yanan ateşin uğultusunu, cehennem ehlinin çığlıklarını,
kemikleri çatırdatan inlemelerini, kahırla nefes alıp vermelerini, bir kez daha
dünyaya geri dönmek isteyen pişmanlık dolu yalvarışlarını duysanız ve sonra
tekrar dünyadaki yaşamınıza geri döndürülseniz acaba hayatınızda neler
değişirdi?
Hiç kuşku yok ki içinizi tarifsiz bir
korku kaplar, bambaşka bir insan olurdunuz. Hayatınızı bütünüyle farklı
düzenlerdiniz.
Peki şu an cehennemi görmemiş olmanız mı
sizi gereği gibi korkup sakınmaktan ve buna göre yaşamaktan alıkoyan? Oysa
Allah cehennemin kesin bir gerçek olduğunu Kuran’da haber vermekte, cehennemi
insanlara tüm detaylarıyla tanıtıp, ondan sakındırmaktadır.
Her insana düşen ise bu gerçeği unutmadan
Allah'tan gereği gibi korkup sakınarak, yaşamını Allah'ın hoşnut olacağı umulan
şekilde düzenlemektir. Allah korkusu bir insan için hem imanının çok keskin bir
göstergesi hem de onun ebedi hayatını belirleyecek çok önemli bir özelliktir.
YAZAR
HAKKINDA: Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan
Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel
ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla
eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle-
21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk
ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.